Hakîkatı bilmek veya hakîkata ermek, hele hele bu devirde her nefsin yegâne murâdıdır hiç şüphesiz. Zira bu durum hakîkatın temel esaslarına da uygun bir mahiyet arz eder. Aslı Arapça olan hakîkat (ﺣﻘﻴﻘﺖ), “Asıl olan durum ve şekil, gerçek, asıl, künh” mânâsına gelir. Bu bağlamda Peyâmi Safâ’nın “Hakîkati seviniz, o da sizi sever; hakîkati arayınız, o da sizi arar” tembihi bizim içün oldukça kıymetlidir. Yine, “Doğruluk sendedir, fazîlet sende / Aranan en büyük hakîkat sende” (Orhan S. Orhon) diyen şairimiz de sadece hakîkatın derdindedir.
Hakîkatın bir de “Var olan, gerçekleşmiş bulunan, fikir, tasavvur veya hayal olmayıp fiilî olarak var olan şey, vâkıa” tarafı mevcûddur. Töreli Türk Edebiyâtı’nın kurucu, büyük şairi Yahyâ Kemal, “Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı / Hisseden kimse hakîkat sanıyor hulyâyı” derken aslında bu durumu işaret eder. Ahmet Hâşim ise “Bahçemin bu köşesi hakîkat şeklini almış kendi hayâlimdir” diyerek hayâlimizde bile hakîkatın tecessüsünü ifade eder. Dolayısıyla hakîkat, her hâlükârda “doğru olan şey”dir. Bu yüzden de “vefâlı olma durumu”nu çok elzem kılar.
Hakîkatın hayatiyetini teşkil eden asıl hakîkî tarafı ise hiç şüphesiz onun ontolojisinden kaynaklanır. Yani, hakîkatı idrak etmek, ancak “Var olan şeyin niteliği”ni bilmek ile kâimdir. Bu bağlamda tasavvufî sistemimizde hakîkat, Allâh’a (C.C.) erişme yolundaki dört makamdan üçüncüsünü teşkil eder. “Bu makamda kul, hakîkî fâil olan ve tecellî yoluyla âlemlerde zuhûr eden Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını, kâinattaki tasarruf ve irâdesini, gizlediği ve açıkladığı şeyleri, kazâ ve kaderi müşâhede eder.” Tıpkı Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin ifade ettiği üzere, “Şerîatin sözleri hakîkatsiz bilinmez / Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz.” Osman N. Ergin’e göre bu yollar arasında mutasavvıflar şöyle bir fark gösterirler: Şerîatte: Bu senindir, bu benim. Tarîkatte: Benimki senin, seninki benim. Hakîkatte: Ne senindir ne benim… Dolayısıyla sistem tamamen “hakîkat ehli”, yani “Varlıkta Allâh’ın tecellîsini gören ve her olanı Allah’tan bilen kimse” üzerine bina olunmuştur. Kurgusunu ise Niyâzî-i Mısrî Hazretleri şu dizelerle dile getirmiştir:
İzi yoktur ki izinden biline
Dahi tozmaz ki tozundan biline
Sen onu sanma sözünden biline
Hakîkat ehlinin yoktur nişânı…
Kısacası hakîkat, “işin aslı”nı teşkil eden “hakîkatü’l-emr”dir ve doğrudan “Her şeyin aslı ve gerçek yaratıcısı olan Allâh”ı (Hakîkatü’l-Hakâyık) temsil eder.
Yine Kubbealtı Lugatı’na baktığımız vakıt hakîkatın tamamen bu “alan” dairesinde lisanımıza açılan “Hakîkat olmak”: Gerçekleşmek, tahakkuk etmek. “Hakîkat-i hal (halde)”: Aslına bakılırsa, işin doğrusu şu ki. “Hakîkatte”: Aslına bakılırsa, gerçekte, aslında, esâsında. “Hakîkat-bin”: Gerçeği gören, doğru görüşlü (kimse). “Hakîkat-gû”: Doğruyu söyleyen, doğrucu. “Hakîkat-nümâ”: Gerçeği gösteren. “Hakîkat-perest”: Gerçeğe bağlı olan, doğruyu seven (kimse). “Hakîkat-şinas”: Gerçeği bilen, gerçeği tanıyan ve seven, şeklinde çeşitlenen tarafları da vardır. Aslında bu misaller de lisanın sadece Hakîkatü’l-Hakâyık’ı (Allâh) zikre meyyâl bir yapıda neşv ü nemâ bulduğunu açıkça ortaya koyar. Eeee, ne demişti Niyâzî-i Mısrî Hazretleri:
“Hakîkat ehlinin yoktur nişânı…”
Efendim ey meded!
Ârifî’m soylamış, görelim cânım ne soylamış:
Hak hakîkat âşığıyız erenler
akıl almaz hünerimiz var bizim
anlamayıp ârifî’mi yerenler
bühtanınız ahirette kâr bizim…