Okumak, ilk olarak, Kutlu Nebi’nin muhatabı olduğu “İkrâ” emr-i İlâhîsinin bir tecellisi şeklinde karşımıza çıkar. Tabii doğrudan, bu emre bağlı bir şekilde, çeşitlenen dil ve formlarda, dünya nizamında insana her zaman bir yön tayin eder. Dünyada ise okumak, söylemek ile yazmak arasında kalan kültürel sürecin adıdır. Çünkü, bu süreçte kitap yenidir, dolayısıyla yazma süreci okumanın arkasından gelir. Bu yüzden olsa gerek okumak, tüm eğitim sürecine teşmil edilir. Hatta ilkokullarda talebelerin okumaya başlamasını kutlamak gayesiyle okuma bayramları tertip edilir.
Mâlum olduğu üzere oku-mak, Eski Türkçede “çağırmak; yüksek sesle okumak” mânâsına gelir. Yani “kıraat” karşılığında kullandığımız fiilin karşılığıdır. Başta tamamen yazıya bağlı olduğu için yazının çözülmesiyle açığa çıkar. Dolayısıyla bir taraftan “Bir metni seslendirmek, yüksek sesle kırâat etmek”i karşılarken diğer taraftan “Bir yazıda anlatılmak istenen mânâyı anlamak, öğrenmek” şeklinde idrakin de bir ifadesine dönüşür.
Okumak, “hakikat alanı”nda ise, (Nazarı önlemek veya gidermek, bir hastanın iyi olmasını, bir işin çözülmesini sağlamak gibi maksatlarla) Bazı duâları usûlüne göre söylemek, okuyup üflemek, nefes etmek” suretiyle tecelli eder. Hatta bu tecellinin sesli olarak ilâhî şeklinde nağme ile söylenmesi de bir okumaktır. Bu yüzden Töreli Türk Edebiyâtı’nın kurucularından Yahyâ Kemal’in belirttiği üzere, koşma, türkü, gazel, kaside hep okunur:
“Diğer Arap kasîde-serâlar da muttasıl
Yâlel terennümüyle okurmuş fasıl fasıl”
Mecazen, “(Belirtilere bakarak) Bir şeyin söylenmemiş gizli tarafını anlamak, mânâ çıkarmak” da okumaktır. Dolayısıyla okumak fiili, doğası da gereği artık, yazıdan surete kayarak hakka doğru yol almaya başlamıştır. Bu yüzden argoda bile bazen sövgüye de varsa hakikatı anlatmaya, ortaya dökmeye çalışır.
Eski Türkçe metinlerinde hakkı “söylemek, demek”; hakka “çağırmak, dâvet etmek” ve hakkıçün “öğrenim görmek, tahsil yapmak” da hep okumaktır. Bu bağlamda, her türlü davetimiz için okuntu göndeririz. Geçmişlerimize okur üfleriz. Bazen de sevmediklerimize belâ/lânet okuruz. “Bildiğini okumak”, “Bülbül gibi okumak”, “Canına okumak”, “Ciğerini (Kalbini) okumak”, “Çarkına okumak”, “Fâtiha okumak”, “Gözleri velfecri okumak”, “Hâriçten gazel okumak”, “İçinden okumak”, “Lâhavle okumak”, “Masal okumak”, “Maval (Martaval) okumak”, “Meydan okumak”, “Rahmet okumak”, “Su gibi okumak” ve “Yüzünden okumak” da hep bu hakikata dönük okumanın tezahürleridir aslında. Öyle ki hakikatın tezahür etmediği durumlarda bu okumak, “Benim oğlum binâ okur, döner döner yine okur”a dönüşüverir. Dolayısıyla okumak, her hâlükârda, Hak’tan hakikatı murad eylemektir. Bu süreç tamamen kemâle erdiğinde ise “yazmak” başlar. Bu yüzden, “Hem okudum hemi yazdım/ Yalan dünya senden bezdim” diyen türkümüz, her ne kadar “yiten yavru bulunur mu” muradıyla söylenmiş olsa da sürecin dünyada yazmakla hitama ereceğini bize muştular durur. Bu yüzden en başta ifade ettiğimiz gibi, “Hem okunup hem yazılmaz!” efendim…
Efendim ey meded!
Ârifî’m soylamış, görelim cânım ne soylamış:
ikrâ emri ile oku
Hakk’ı düşün hakkı doku
ârifî’min varı yoku
iki gözüyle kulağı…