EdebiyâtSerap Yavaş

DİNLENCE

DİNLENCE

“İçte deprem olur, dışın düğümü

İhlassız çözülmez işin düğümü

Aklımdan geçeni, düşündüğümü

Okusam kim dinler, yazsam kim anlar?”

Gelin, şair Abdurrahim Karakoç’un sorusuna kulak verelim. Dizeleri okurken âdeta “Seni içimdeki enkazı kaldırmak için okusam (çağırsam), sana içimdeki düğümleri anlatsam beni dinler misin?” diye sual ettiğini duyuyoruz.

Daha evvel “susmak / sükût” üzerinde de düşünmeye çalışmış belki de konuyu yazmak (nakşetmek, süsleyip bezemek) yerine yazmıştık. (“Yazmak” fiilinin Eski Türkçe’de “şaşırıp yanılmak, yanlış yapmak; hedefe isabet ettirmekte yanılmak” manaları, ehlince malumdur.)

Bir de dinlemek üzerine “yazınma”yı (yazınmak, kendisi için yazmak) deneyelim. Umarız fiili “yaya ko”madan (yaya komak; dağıtmak, perişan etmek) yazabiliriz.

Dinlemek fiili, Eski Türkçe’de “İki kişinin hafifçe konuştuğu sözlere kulak vermek” şeklinde tanımlanmış. Diğer manası ise sönmek. “Dinmek” fiili ise sakin olmak, susmak manasında. Son olarak bir kelime daha yazıp hepsini ortak paydada buluşturmaya çalışalım: “Dinlence” (dinlendiren, huzur veren şey.)

Tekellüm, insanın ezelden beri imtihanı. Çünkü ihtiyacı. Yerli yerince konuşmak, gerektiği zaman yutmak da bir imtihan; konuşmaya ihtiyaç duymak da. İşte bu ihtiyacın tam karşısında ama aslında onunla omuz omuza bir fiildir “dinlemek.”

“Bana soru sor artık!

Beni kurtarma, konuştur

Beni yaz geceleri patlayan sağnaklara bağışla!”

diyor Özel şair. Hayli susmuş, hayli dinlemiş ama içindeki yangını söndürememiş olmalı ki konuşmak, yağmurlara karışmak istiyor. Belki de anlatarak dinle(n)mek… Bir başka şiirinde ise:

“Ey hayat rengini sazendelik sanan

Yırtlaz kalabalık!

Dinleyin bendeki kırgın ikindiyi,

Hepiniz kulak verin!” diye sesleniyor “kör, dilsiz ve sağırlara.”

Yukarıdaki ilk iki dize sanıyorum iki türlü yorumlanabilir. İlki; hayatı “oyun ve eğlence”den ibaret sanan, ömrü malayani ile ziyan eden büyük bir güruh. İkincisi ise hayatın renklerini keşfetmeye, kendi yağında masumane kavrulmaya çalışanların karşısına abus bir çehreyle dikilen, kendi uğraşları dışında her şeyi gereksiz bulan taife. Hani Turgut Uyar’ın dizesindeki gibi “her şeyi düzeltmeye çalışanlar.” Ve hepsinin karşısında “Ey, dinleyin!” diye ünleyerek onları gafletten yahut lüzumsuz surat asmalardan uyandırmak isteyen bir şair.

“Yüzüme bak

ve yüzümü hırpala

yüzümü değiştir, dağlı bir anlatım bırak” diyen şair.

Hatta:

“Dönünce bütün gövdesiyle döndü

Bir bu anlaşılsaydı son yüzyılda

Bir bilinebilseydi nedir veche”

Diyerek “dinleme”nin sadece önemini değil mahiyetini de şiir diliyle şahlandıran şair.

Bu dizelerde peygamberimizin -sallallahu aleyhi ve sellem- iletişimdeki beden diline atıf var, diyebiliriz. Zira biliyoruz ki O, yönünü konuştuğu kişiye çevirir ve muhatabının yüzüne bakarak konuşurdu. Dinlerdi yani. Yani muhatabını anlamak, onun belki de yorulmuş kalbini dinlendirmek, içinde koşan atları sükûnete davet etmek isterdi.

Bakınız Kemal Sayar da meslek hayatı boyunca nice hayatlara, acılara temas ve tanıklık etmiş bir doktor olarak aşağıdaki satırlarda “Bir bilinebilseydi nedir veche” diyor:

“Ahlaki kayıtsızlık başkasının iniltisini duymamak için kulaklarımızı tıkadığımız ve ortalıkta dönen büyük yalana hiç itiraz etmediğimiz gün başlar. Her susku o yalanı büyütür ve başımızı çevirdiğimizde ötekinin acısını görmemek bizi bir sarhoşluğa hapseder. Kalp işitilmez olur. Hâlbuki kalp bağırıp çağırmaz. Sadece fısıldar. Duymak için yakınlaşmalısın.”

Maksat hakikatse dinlemek, anlamak için olmalı. Ağlamak için yani. Ağmak için.

Bazı insan vardır ki sabrı telkin eder fakat çok çabuk sıkılır, hakkı tavsiye eder fakat çok kolay öfkelenir. Anlatanın anladığı gerçeğe bigâne kalmak, müreffeh kaptanın gemisini kurtaracağının teminatı değildir oysa. Hep körler, sağırlar birbirini ağırlayacak değil ya. Bazen insan kendini kör ve sağır kılarak bizzat kendini ağırlar da haberi olmaz.

Bazı insan da vardır ki:

“Biliyor musun çekirgelerin,

Unutulmuş ülkelerin,

Kahrından kuruyan nehirlerin

Diliyle konuşabilirim seninle!

Duyabilirim seninle hiç konuşmadan

(…)

Biriken dilini hayatın

Sökebilirim, öğrenebilirim

Sözcükler bağırtılar klaksonlar

Ona karışmadan” (Kemal Sayar)

diyerek gönlünde dillendirir dolayısıyla dinlendirir insanı. İşbu gelinen noktada ünsiyet hasıl olur, kalpler sükûnete erer ve en nihayet hakikat vuku bulur. “Bilir o beni…” diye şarkılar söyleten, “Budur veche!” dedirten ünsiyettir o. Ancak o zaman Nazım’ın diliyle -aslında cevabı bilinen- sorular yöneltir muhataplar birbirine:

Yürek-
-lerin
kulak-
-ları
sağır…
Hava kurşun gibi ağır…

Ben diyorum ki ona:
— Kül olayım
Kerem
gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karan-
-lıklar
aydın-
-lığa..

Buyrun dinlenceye:

“Kırık gönülleri toplayıp tek tek

Toplayıp göğsüme dizsem kim anlar?” (Abdurrahim Karakoç)

Serap YAVAŞ

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu