Geçen bir yazımızda taşın sâdece taştan ibâret olmadığını anlatmış idik. Peki, deyimlerimizde taşın durumu ne idi? Şimdi de gelin; yine sözlükten hâreketle taş üzerine yeni bir yolculuğa çıkalım…
Taş…
Taş çatlasa en çok yirmi yaşlarında bir gencin ibâdette babasına taş çıkartmasıydı. Her mezârın, özellikle şehîd mezârlarının başına taş dikmek, taş koymaktı. Zirâ Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun tespit ettiği üzere, “Bu vatanda her şehîde bir taş dikilse idi memleketimiz baştan başa bir kabristân kesilirdi.”
Ok atışında okun düştüğü yere nişân olmak için koyulan bir taştı ve belâ meydânına Mecnûn ile berâber dikilmişti:
“Mahabbet tîrini pertâb edip mihnet kemânında
Belâ meydânına Mecnûn ile diktik birer taş”
Taş döğen gibi sağlam, güçlü, kuvvetli ve dayanıklı idi. Taş gibi çok sert ve kaskatı idi. Gördüğü veyâ duyduğu şeyden dolayı taş gibi donup kalmıştı. Taş kalpli, taş bağırlı olduğu için gabî, anlayışsız bir taş kafaydı aslında.
Kimi zamân, hayretten, korkudan ve şaşkınlıktan taş kesilip ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilememişti. Zirâ taş gibi katılaşmış, yâni taşlaşmıştı. Hattâ büyüğe kalkan el gibi taş olmuştu. Sâbit’in belirttiği üzere taş gibi kaskatı kesilen ol âşıkların zârı idi:
“Zannetme merkadindeki seng-i mezârıdır
Taş oldu kaldı ol bütün uşşâk-ı zârıdır”
Âkif’in dediği gibi böylesine büyük, dayanılmaz acıya taş olsa dayanmazdı: “Hudâ bilir ki dayanmaz taş olsa bir sîne.” Öyle ki sitemin askerleri asırlardır taş üstünde taş bırakmamıştı:
“Mülk-i dilde komadı ceyş-i sitem taş üzre taş
Kimse ma’mûr edemez bir dahi bu vîrâneyi”
İşte bu yüzden Köroğlu da taş taş üstünde bırakmamakla herkese meydân okuyordu:
“Alırım burcun kal’asın
Kalmasın taş taş üstünde”
Karagöz ise taş toprak, yani molozların arasında para sâhibi olmak için -argo tâbiriyle- taş tutmanın gayretini güdüyordu: “Taş tutsam burada ne işim var. Eve giderim, mis gibi karıcığımla otururum.”
Büyük bir felâkete mâruz kaldığında taş olup yağıyordu. Dost yolunda Karac’oğlan gibi nâmusunu bile taşa çalıyordu:
“Dost yoluna verdim olan varımı
Taşa çaldım nâmusumu ârımı”
O olmazsa Cem’in kadehini de taşa çalmaya niyetliydi:
“Câm-ı Cem’dir dil-i mey-hâra seninle şu sifâl
Sensiz ey mâh felek taşa çala câm-ı Cem’i” (Osman Şems).
Kılıcını bileği taşında taşa çekiyor; hastalıkların kendisinden uzak olması için “taşa (taşı) ölçeyim” diyordu. Boş yere taşa tohum ekilmeyeceğini Seyrânî gibi geç de olsa anlıyordu:
“Ben bağrımı toprak bildim taş imiş
Meğer taşa tohum ekilmez imiş”
Yûnus Emre’nin dediği üzere sevmediklerini aralıksız taşa tutuyordu:
“Hacılar deve katarlar
Kum deryâsına batarlar
Şeytânı taşa tutarlar
Atsam ağlayu ağlayu”
Bâzan da Yahyâ Bey’in belirttiği gibi sevgilisinin sitemi için taşa tutulmaya râm oluyordu:
“Bileli sevdiğimi taşa tutar yâr beni
Ona şâdım ki dirîğ etmez elinden geleni”
Nitekim, zene mâil olanın taşa tutulması da kaderin bir cilvesi değil miydi:
“Zene mâil olanı taşa tutarmış rindân
Bîsütûn’da görülen sûret-i Ferhad gibi”
Taşı gediğine koymak ise onun en mâhir olduğu alandı. Çok kuvvetli olanlarıysa taşı sıksa suyunu çıkarırdı! Çok büyük pişmânlık duyduğunda veyâ büyük acıya uğradığında taşlarla dövünmek kaderinde vardı:
“Dövünsem n’ola taşlarla bugün ol Yûsuf-i hüsnün
Kefine kim direm korsa terâzû-vâr mâildir” (Hayâlî).
Efendim, öyle görünüyor ki taşla yolculuğumuza biraz daha devâm edeceğiz…
Lutfi Baba soylamış, görelim cânım ne soylamış:
Taş üstüne taşı koysa
Taşla dövünmekte oysa
Tohum ekip karnı doysa
Lutfi taştan çıkar elbet…
Erhan ÇAPRAZ