Türkiye’de İslamî siyaset, devlet iktidarına hükmetme “zorunluluğu” ile İslamî siyaset olma vasfını muhafaza etme arasında kabul edilebilir bir uyum geliştiremedi. Türkiye’de laik siyaset, iktidarda olmadığında bile devlete hükmetme ısrarından vazgeçmedikçe laik siyaset olma vasfını tahkim etti. İslamî siyaset, devletin güvenlik kırmızı çizgilerinin birebir taşıyıcısı olduğunda bile devletle doku uyuşmazlığı yaşamaktan kurtulamadı. Laik siyaset devletin tüm güvenlik kırmızı çizgilerini görmezden geldiğinde bile devletle bir doku uyuşmazlığı yaşamadı. Nasıl? Türkiye Cumhuriyeti’nde devletin en önemli tanımlayıcı karakteri bir asker-bürokrat ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren buna eklenen burjuva iktidar ittifakına dayanıyor olmasıdır. Türkiye’de şayet devletin bir sahibi varsa bu ancak büyük sermaye, asker ve bürokrat ittifakı olarak resmedilebilir. Asker-bürokrat-burjuva tarihsel iktidar ittifakını birbirine bağlayan ideoloji ise izleği çok daha gerilere kadar sürülebilirse de İkinci Dünya Savaşı’ndan sadece iki yıl önce, yani 1937’de Türk Anayasa sistemine dahil edilen laikliktir. Başka bir ifade ile Türkiye’de devletin sahibi asker-bürokrat-burjuva tarihsel iktidar ittifakını birbirine ve onları da uluslararası sisteme bağlayan şey laiklik olmuştur. Bu yüzden laik siyaset ne kadar devletin güvenlik kırmızı çizgilerinden uzaklaşırsa uzaklaşsın devletle bir doku uyuşmazlığı içine girmemiştir.
İslam dünyasında, özellikle de Osmanlı’da modernleşme çabalarının tamamı devlet öncülüğünde başlamıştır. Çünkü modernleşme ihtiyacı ve çabasının temel nedeni uluslararası rekabetteki zayıflamaya güç arayışı ile karşı koymaktı. Devlet, uluslararası alanda rekabet etme zorunluluğu ile karşı karşıya kalan, bu rekabette geride kalmamak için güç arayışına giren, güç arayışının sonucu olarak modernleşmek zorunda olduğuna karar veren bir oluşum içine girdi. Tüm Müslüman modernleşme hareketlerini güç arayışı olarak tanımlamakta bir yanlışlık yok. Ne var ki devlet bu güç arayışı/modernleşme çabasında tanımlama kudret ve otoritesini kaybetti. Neyi tanımlama kudretini kaybetti? Her şeyden önce kendisini kendisinden yola çıkarak tanımlama kudretini kaybetti ve fakat daha da önemlisi artık kendisini Batıdan yola çıkarak tanımlama hastalığına yakalandı. Devlet, güç arayışı/modernleşme çabası içinde tanımlama kudret ve otoritesini kaybettiği oranda değer taşıyıcısı bir aracı kurum haline geldi. Devlet bu saatten sonra uluslararasının, yani Batının trend ya da moda değerlerinin topluma transferinin bir aracı kurumu olma anaforuna yakalandı. Devletin yukardan aşağı değer taşıyıcısı bir kurum biçiminde oluşumunu mümkün kılan şey asker-bürokrat-burjuva tarihsel iktidar ittifakı oldu. İşte bu asker-bürokrat-burjuva tarihsel iktidar ittifakını İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren birbirine bağlayan trend değer resmi bir karakter kazanan laiklik ideolojisi olmuş ve bu ideoloji aynı zamanda söz konusu iktidar ittifakının uluslararası sisteme bağlanmasının kökenini oluşturmuştur. Bu öyle güçlü bir bağdır ki laik siyaset devlet iktidarına hükmetme fırsatını kaybettiği dönemlerde bile devlet iktidarına hükmetme gücünü kaybetmedi. Bu öyle güçlü bir bağdır ki laik siyaset devletin güvenlik kırmızı çizgilerini görmezden geldiğinde bile devletle doku uyuşmazlığı içine düşmedi. Modernleşme/güç arayışı devlet merkezli başladığından ve yürütücüsü asker-bürokrat-burjuva tarihsel iktidar ittifakı olduğundan devletin sahiplerinin hiçbir şekilde devletle doku uyuşmazlığı içine girmesi söz konusu olamazdı.
İslamî siyaset ise güç arayışı değil, meşruiyet odaklı ve toplum merkezli muhalif bir hareket olarak ortaya çıktı. İslamî hareketin meşruiyet ve toplum merkezli bir siyaset olarak ortaya çıkması, devletin kaybettiği tanımlama kudret ve otoritesini yeniden kazandıracak bir potansiyel vaad ediyordu. Öyle ki meşruiyet ve toplum merkezli bir hareket olarak İslamî siyasetin devlet iktidarına hükmetme fırsatı yakaladığında devleti artık uluslararasının/Batının trend değerlerini topluma taşıyan bir aracı kurum olmaktan çıkarma ve tam tersine toplumun değerlerini uluslararasına taşıyan bir yapıya dönüştürme potansiyeli vardı. Ancak İslamî siyaset devlet iktidarına hükmetme tarihsel tecrübesi içinde devletle doku uyuşmazlığını aşamadı. İslamî siyaset devleti millete benzetemedi, kendisi de devlete benzemedi ve gücünü asıl devşirdiği milletin kurucu değeri İslam’ı devlete ve uluslararasına taşıma imtihanında başarılı olamadı. İslamî siyaset gücünü milletten devşirdi, ama iktidarını muhafaza etmesini mümkün kılan merkez devlet oldu, öyle vehmetti. Ne yanlış bir vehim!
İslamî siyaset yaşadığı iktidar tecrübesi sonunda devlet merkezinden uzaklaşmadan gücünü devşirdiği millete tetabuk etme kabiliyetini gösteremediğini kanıtladı. İslamî siyaset devleti, milletin değerlerinin uluslararasına taşınmasının bir aracı kurumuna dönüştüremedi. Devlet uluslararasının değerlerini topluma taşıyan bir aracı kurum olma karakterinden hiçbir şey kaybetmedi. Çünkü İslamî siyaset, asker-bürokrat-burjuva tarihsel iktidar ittifakını birbirine bağlayan ve devletin millete istinad etmesine engel olan laik vasfını, bu vasıfla uluslararası sistem arasındaki denetim ilişkisini sorgulamaya açma ilgi, bilgi ve cesaretini gösteremedi. Dolayısıyla gücünü asıl devşirdiği millete tetabuk etmek için devlet iktidarına hükmetme ısrarından vazgeçme dışında elinde bir seçenek kalmadı. Şayet İslamî siyaset böyle bir tarihsel yol ayırımı ve tercihle karşı karşıya kaldığının farkına varmışsa bu bile önemli bir gelişmedir. Şayet İslamî siyaset içine düşmüş olduğu açmazda devlet iktidarına hükmetme yetkisini kaybetmenin, gücünü asıl devşirdiği millete tetabuk etme fırsatını kazandıracağı bilincine ulaşmışsa önemli bir aşamadayız demektir. Ama İslamî siyaset, mevcut ahval ve şerâit içinde devleti kaybetmenin devlet için muhtemel felaketinin, İslamî siyaset için getireceği kazançtan çok daha büyük olacağı hükmüyle bir içtihad yapmış durumda. Önümüzdeki günler bir kez daha İslamî siyasetin karşısına kazanmanın kaybetmekten geçtiği düşüncesini hesaba katamayacağı bir denklem çıkarmış görünüyor. Zira önümüzdeki seçimlerin Türkiye’ye bir devlet başkanı seçmekle ABD’ye bir Ankara büyükelçisi seçmek arasında geçeceği hiç olmadığı kadar netleşmiş durumda.