Kabristan Medeniyeti
Topraktan yaratılan insanın, emânet bedenini toprağa, rûhunu Allah’a teslim etmesi ahde vefânın ibretlik bir örneğidir.
Dünya hayatı önemlidir; çünkü bu dünya da, âhiret de burada kazanılır. Onun için heybemize kulluktan, hayırdan nevâleler doldurabilmeliyiz.
Herkesin elinde “geliş ve gidiş” bileti var.
“Ölme insan gönlünde, ölümsüz eser bırak,
Ömür dediğin nedir, zannetme sefer ırak!”
Yağmur gibi ecel yağsa, vakti gelmeyene isâbet etmez. Ama bir günün bir ânında ecel gelecek.
“Gitmez bu vâsıta artık; son durak bu, inecek var;
Bitmez âhiret yolcusu, her seferde binecek var.”
Dünya hayatı böyle, ölmek var dönmek yok.
Mezârımızın nasıl olmasını isterdik acaba?
Ölüm en büyük ibret olduğuna göre, kabristanın da geride kalanlara ibretâmiz bir tablo sunması güzel olmaz mı?
Ecdâd güzel olacağını düşünmüş ve “Kabristan Medeniyeti”ni gözlere ve gönüllere takdîm etmiş.
Hayat ve ölüm gerçeğini imtihan kabul edip hazırlanmalıyız. Osmanlı Medeniyeti bunu başarmış ve iki hususa dikkat etmiştir. Birincisi, mezar yerlerini şehrin-beldenin en görünen semtlerine yapmış, böylece ölüm ve mezar korkusunu muhabbete çevirmiş; ikincisi, kabristanları kültür ve medeniyet mekânları yapmıştır.
Kabristanı medeniyete çevirmek; bir milletin kültüründe görülebilecek muhteşem bir ufuk zenginliğidir. Ecdâdımız Osmanlı bunu başarmıştır. Yeryüzünde böyle bir medeniyet anlayışı ve böyle bir güzellik mevcut değildir.
Sanki gül bahçesine girercesine kabristana girmek, yaz kış yeşil kalan, elif gibi zarâfetle göğe yükselen, uyanış ve dirilişi hatırlatan servi / selvi ağaçlarının altında yürümek, çoluk çocukla orada huzur bulmak, o mekanda medfun bulunan insanlarla hemhâl olmak, dua etmek insanı müstesnâ bir gönül zenginliğine erdirir. Taş işlemesiyle gelen Osmanlı kabristanları, huzuristana dönüşmüştür.
Yahya Kemal;
“Hiçbir şiir bir mezar taşı kadar milli olamaz. Çünkü onda el emeği, göznûru, sanat vardır ve onlar bize bizi anlatır.” der.
İnsanı derin tefekküre yükselten, geçmiş ve gelecek arasında kopmaz bir bağ oluşturan ecdat mezarları; madde ve mânâyı gönlümüze işleyen, ölümle bizi yârenlik ettiren mekânlardır.
Mezarlar ülkemizin tapusudur, târihidir.
Ecdat mîrası kemerler, köprüler, çeşmeler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, sanat eserleri, hat işlemeleri ve bilcümle kültür varlıklarımız geleceğimize ışık tutan, bizi biz yapan değerlerimiz ve medeniyetimizdir.
Geçmişteki güzellikleri gelecekte de yaşatmak hepimizin üzerinde “emânet“ görevlerden biridir.
Üzülerek ifade etmeliyim ki, günümüzde bazı mezarlarda mermer üzerine yazılan yazılar, mekanın ruhuna uymayan ifadeler içermektedir. Kuran’ın buyruğuna gönül verelim: “Her nefs ölümü tadıcıdır. Sonra bize döndürüleceksiniz.“ (Ankebut Sûresi 57. âyet). İlâhî kânun gereği toprağa defnettiğimiz ölülerimizin mekânları temiz ve imrenilen bir güzellikte olmalıdır. Toplum her konuda olduğu gibi bu konuda da birbirini eğitme sorumluluğunu üzerine almalıdır. Câmilerde insanlara bu hususta bilgi verilmelidir.
Bir mezar taşına Osmanlıca yazılmış
güzel bir örnek:
“Ziyâretten maksat duadır, bugün bana ise yarın sanadır.”
Gelin hep birlikte;
Medeniyetimizi yaşatalım.
Yıkık kabirleri ayağa kaldıralım, kitâbelere, mezar taşlarına hayat verelim.
Kabristanlarımızı çocuklarımızla, torunlarımızla buluşturalım.
Onlara vasiyet edelim; “Ölünce bizim mezarımızı da böyle inşa edin,” diye.
Osmanlı, Selçuklu,, Türk beylikleri ve tarihimize müstesnâ güzel eserler bırakan Türk devletlerinin miraslarına ve İslam Medeniyeti’ne sahip çakmak kutsal bir görevdir. Hz. Muhammed: “Ahde vefâ imandandır.” diye buyuruyor.
Osmanlı medeniyeti; mimaride, mûsikide, ahşap ve taş evlerin- konakların inşâsı ve tezyîninde mermer süslemesinde, hat sanatında gösterilen titizlik incelik, sanat ve kültür zenginliği “aşkın” eseridir. Daha net ifade ile ibadet aşkının eseridir. Çünkü Allah rızası için yapılan her iş, her güzel faaliyet ibâdettir.
Kabristana hayat vermek; kadim bir milletin yapabileceği kültürde, sanat ve medeniyet anlayışında sınır tanımayacağının müstesnâ bir delilidir.
Bu muhteşem kültür zenginliği bizi şu kanâate götürür; Osmanlı Türk Devleti’nin yeryüzünde yazamıyacağı güfte, yapamayacağı beste, okuyamayacağı nota, gidemeyeceği rota yoktur.
Cihanşümul medeniyetimizi gelin birlikte gelecek kuşaklara aktaralım. Yıkık kırık, dökük cümle tarihi eserlerimizi aslına uygun restore edilmesinin mücadelesini verelim.
Osmanlı medeniyetini Türkiye cumhuriyeti ile meczederek hep beraber terakkî edelim. Bir ayağımız mâzi bir ayağımız âti’dir.
Ortak sevdâmız geçmişle beraber geleceğe yürümek olmalıdır. Ülkeleri ayakta tutan yalnızca silahlar ya da ekonomik güç değildir. Kültür, sanat ve medeniyet en büyük güç ve saygınlığımız olmalıdır.
Taşlardan oluşturulan sanat medeniyeti kabristana hayat verir.
“Hüve’l- Bâkî” ana başlıklı, dua içerikli, kimlik belirten sanat işlemeli mezar taşları; asırlar önceden gelip asırlar sonrasına gidecek olan inanç yolcularıdır.
Mezar taşlarındaki rûhu ısıtan, insanı derin bir sükûnete götüren kitâbeler (yazılar), cinsiyete göre süslenen taşlar, cinsiyete, mesleğe göre işlenen motifler hayalhânemizden her türlü endişeyi alır. Sevdiklerimizin huzur içinde kabristanda uyudukları, selvilerin ve çınarların gölgesi altında onların yalnız olmadıkları hissi yüreğimizi ısıtır. Mezar yerlerini medeniyete çeviren ecdadımız, ölenleri ve mezarları kendisine dost kılmıştır.
“Ebedî hayat için, dünyadan geçip gittik,
Fânîlik şerbetini bir lahza içip gittik.”
Ölüsüne böyle eşsiz bir değer veren dünyada başka bir millet, başka bir medeniyet yoktur.
Gelin, tarihimizle birlikte, gelecekte yeni tarihler yazalım,
Gelin, medeniyetimizle birlikte yol alalım,
Gelin, kabristanlarımızla birlikte hayatı yaşayalım,
Gelin, tarihi eserlerimizle muhabbet bağı oluşturalım,
Gelin, geçmişle barışalım, yarınlara kültürle, sanatla, medeniyetle, ilimle, sevgiyle, hoşgörüyle hep beraber yürüyelim.
Unutmayalım! Ecdâdımızın bizde Hakkı var.
Unutmayalım! Düne, bugüne ve yarına vefâ borcumuz var,
Unutmayalım! Torunlarımızın bizden alacağı var.
Mustafa Arslanoğlu