Demokrasi ancak kendisine çok az ihtiyaç hissedilen toplumlarda sağlıklı işleyebiliyor. Demokrasi bir çatışma çözümü aracı olarak kendisine çok fazla ihtiyaç hissedilen toplumlarda ya kısa vadeli gerilimi dondurma işlevi görüyor ya da gerilimin daha da tırmanmasına neden oluyor. Demokrasi, kendisine çok az ihtiyaç hissedilen toplumlarda çok az bir ilgiye mazhar olduğu için sağlıklı bir işleyiş biçimine kavuşuyor. Toplumsal fay hatlarının aktif olduğu, dolayısıyla demokrasiye çok fazla ihtiyaç hissedilen toplumlarda ise demokrasi hiçbir kalıcı çözüm üretemiyor. Demokrasi, ihtiyaç hissedilmeyen toplumlarda gereksiz, ihtiyaç hissedilen toplumlarda ise çaresiz kalıyor. Demokrasiyi hala çekici kılan bir şey varsa o da monarşiler, askeri rejimler ya da parti-devletleri karşısında trend olmaya devam etmesidir. Demokrasiler bir çare üretmiyor ama demokrasilerde çareler de tükenmiyor.
Türkiye’de de demokrasinin sağlıklı bir işleyiş tarzına kavuşması için ona çok az ihtiyaç hissedildiği bir vasat gerekiyor. Ne var ki Türkiye’de bir çatışma çözüm aracı olarak demokrasiye çok fazla ihtiyaç hissedildiği için kısa vadeli toplumsal stres boşalmaları dışında kalıcı bir çözüm üretemiyor, daha da kötüsü bazı dönemlerde gerilimin daha da artmasına neden oluyor. Türkiye demokrasisiz yapamıyor, Türkiye demokrasiyle de yapamıyor. Türkiye’nin demokrasiyle de demokrasisiz de yapamıyor olmasının ve fakat bir çatışma çözümü aracı olarak ona çok fazla ihtiyaç hissedilmesinin nedeni, devletin milletle olan doku uyuşmazlığıdır. Devletin modernleşme/güç arayışı tarihinin milletin meşruiyet çerçevesine tetabuk etmemesi, devletin milletle doku uyuşmazlığını oluşturdu. Devlet millete istinad etmekten imtina ettikçe uluslararasının değerlerini topluma nakleden eden bir aracı kurum haline geldi. Öyle ya istinatgâhı millet olmayanın taşıdığı değerlerin ikametgahının Türkiye olması beklenemezdi. Devlet, uluslararasının değerlerinin taşıyıcısı bir kurum olma özelliğini tahkim ettikçe hem milletle rabıtasını kopardı hem de millet içinde kolektif kimlik krizi yarattı. Türkiye’de devletin güç arayışı/modernleşme tarihinin gelişimiyle milletleşme süreci arasında zıt bir münasebet ortaya çıktı. Devlet güç arayışında mevzi kazandıkça, sosyo-politik bütünlük krizi de o denli kök saldı. Devlet güçlendikçe, millet olma vasfından uzaklaşıldı. Devlet millete tetabuk etmekten imtina edince, kendisine tetabuk eden bir millet yaratmak için ideolojik aygıtlar olarak elinde avucunda ne varsa seferber etti. Bu seferberlik milleti canından bezdirince eline geçen ilk fırsatta devletin partisini iktidardan uzaklaştırmaktan çekinmedi ama bu sefer de devlet mütemadiyen siyasal mühendislik çabasına girerek devlet-toplum geriliminin müsebbibi haline geldi. Hakikati tüm yalınlığıyla söylemek gerekirse Türkiye’de son bir asırlık devlet-toplum ilişkileri tarihinin bir gerilim tarihi olduğunu söylemekten başka çaremiz yok.
Madem hakikati tüm yalınlığıyla söylemek gerekiyor, o halde söz konusu bir asırlık devlet-toplum geriliminin ideolojik ve sınıfsal sıklet merkezini ifade etmekten de kaçınmamamız gerekir. Türkiye’de, devletin güç arayışı/modernleşme tarihi içinde milletle olan doku uyuşmazlığının, milletin meşruiyet çerçevesine tetabuk etmemesinin, millete istinad etmekten imtina etmesinin, uluslararasının değerlerinin aracısı bir kurum haline gelişinin, milletle rabıtasını koparmasının ve nihayet bir kolektif kimlik krizinin müsebbibi olmasının ideolojik sıklet merkezini laiklik ve sınıfsal sıklet merkezini laikliğin taşıyıcı aktörleri olan asker-bürokrat-burjuva tarihsel iktidar ittifakı oluşturdu. Devlet millete istinad etmekten imtina ettikçe aynı zamanda bir sınıfsal ve statüsel araca dönüştü. Devletin istinatgâhı millet olmaktan çıktıkça, taşıyıcısı olduğu değerlerin ikametgahı batılılaştı. Devletin mütemadiyen giriştiği siyasal mühendisliklerin tamamında gerekçe olarak ortaya serilen batılı değer, ideolojik bir karakter kazanan laiklik oldu. Devlet, yani asker-bürokrat-burjuva tarihsel iktidar ittifakı, on yılda bir mütemadiyen laiklik nöbetleri geçirdi. Devletin batılılar karşısında güç arayışıyla başlayan modernleşme tarihi, devletin bir sınıfsal araç haline gelmesine tekâmül etti. Devletin sınıfsal bir araç haline gelmesi, güç arayışı/modernleşme tarihinin son kertede asker-bürokrat-burjuva tarihsel iktidar ittifakının hükmetme kudretini muhafaza etme tarihi olarak biçimlenmesine neden oldu. Söz konusu tarihsel ittifakın hükmetme kudretinin muhafaza edilme çabasının ideolojik haklılaştırıcı gerekçesi, laikliğin muhafazası haline geldi. Yani mütemadiyen yaşanan laiklik nöbetleri aynı zamanda sınıfsal ve statüsel iktidarın korunması nöbetleriydi. Günün sonunda devletin milletle geriliminin temel zemininin laiklik olduğu hakikati hiç olmadığı kadar netleşti. Bu net olanı görmek için gözlem gücünüzün çok güçlü olmasına gerek yok, ama onu dillendirmek için hakikat ve millet kaygısı dışında bir kaygıya sahip olmayan entelijansiyaya ihtiyaç var.
Şayet tarihsel gelişimi bakımından devlet güçlendikçe millet olma vasfı yitirilmişse, bu tarihsel diyalektikten yola çıkarak millet olma vasfının yeniden tahkim edilmesi için devletin zayıflatılması gerektiğini önerebilir miyiz? Hayır, kesinlikle hayır, yüz bin kere hayır. Her ne kadar devletin güç arayışı/modernleşme tarihi, milletleşmenin zayıflaması münasebetiyle mümkün olmuş olsa da, devletin zayıflatılması milletleşmenin güçlenmesiyle değil daha da zayıflamasıyla sonuçlanacaktır. Çünkü Türkiye’de devletin modernleşme/güç arayışı tarihi her ne kadar milletle rabıtayı koparma ve uluslararasının değerlerinin taşıyıcısı bir kurum haline gelme biçiminde gerçekleşmişse de, Türkler söz konusu olduğunda milletleşmenin devletleşme ile olumlu derin tarihsel ilişkisi, her halükarda güçlü bir kolektif kimliğin ancak güçlü bir devlet varlığıyla mümkün kılınmasını icbar ediyor. Ya devlet başa ya kuzgun leşe, öyle değil mi? Bu durumda devleti güçlendirsek de olmuyor, zayıflatsak da olmuyor. Ama Türk milleti olarak hayatta kalacaksak bir şekilde oldurmalıyız. Mesele, devletin zayıflatılması ya da güçlendirilmesinde değil, mesele devleti sınıfsal ve statüsel bir araç olmaktan çıkarmaktadır. Mesele, devletin uluslararasının değer taşıyıcısı bir aracı kurum olmasına son vermekte, devletin millete tetabuk etmesini sağlamakta, devletin sadece millete istinad etmesini mümkün kılmaktadır. Mesele, devletin istinatgâhının millet olmadan onun değerlerinin ikametgâhının Türkiye olamayacağı fikrini yerleştirmektedir. Bu fikrî olgunlaşma netleşmeden ve yaygınlık kazanmadan Türkiye’nin sosyo-politik bütünlük krizini aşması düşünülemez. Türkiye’de devlet İslam’la ilişkisini tamir etmedikçe millete istinad etmiş olamaz. İslam tarafından tayin edilmeyen devlet, uluslararasının değer taşıyıcısı bir aracı kurum olmaktan, dolayısıyla sosyo-politik bütünlük krizi üretmekten kurtulamaz. Sosyo-politik bütünlük krizini aşma kabiliyet ve cesaretini gösteremeyen Türkiye’ye demokrasi hiçbir çare olamaz.