İskoç tarihçi Norman Stone halkla ilişkileri zayıf milletlere karşı tabii bir sempati beslediğini söyler. Stone’un bununla kastettiği şey, Türklerin uluslararası camiada kendisini, tez ve iddialarını anlatabilmeyi en az becerebilen milletlerden olduğudur. Türkler mi halkla ilişkilerde zayıf yoksa uluslararası camia mı Türkleri dinlemeye pek teşne değil bu tartışmaya açık bir konu, lakin Stone m. 1915 Ermeni tehciri ve soykırım iddiaları konusunda Türklerin peşinen mahkûm, muarızlarının peşinen mağdur ilan edilmesinde bir hinlik olduğundan yola çıkarak Türklere bir sempati duymuştur. Bu yazının konusu biz Türkler, halkla ilişkiler zaafımız ya da uluslararası camiada bize dair peşin suizanlar değil, İslam tarihinin halkla ilişkiler bakımından zayıf kalmış hanedan ve kurucularından bir başka örneğini söz konusu etmektir. Herhalde İslam siyasi tarihi bakımından halkla ilişkileri en zayıf kalmış olan, hakkı en az teslim edilmiş olanlar Emeviler ve onların kurucusu, altıncı İslam Halifesi Hz. Muaviye’dir. Bu yazı hem halkla ilişkileri zayıf kalmış Emevîler’e ve Hz. Muaviye’ye duyulan tabii bir sempatinin, hem de hakkı en az teslim edilmiş İslam İmparatorluğunun mimarına hakkını teslim etme kaygısının bir neticesi olarak kaleme alınıyor.
Hz. Muaviye (h. 40- 60/m. 661-80) ve Emevîlerin (h. 40-132/ m. 661-750) hem İslam medeniyeti hem de dünya tarihi bakımından önemlerini bihakkın teslim edebilmek için Akdeniz merkezli bir uluslararası ilişkiler tarihi bağlamında düşünmemiz gerekir. Hz. Muaviye ve Emeviler kara hakimiyeti paradigmasından deniz hakimiyeti paradigmasına geçişin ve dolayısıyla imparatorluk formuna evrilmenin mimarlarıdır. Elbette Müslümanlar, Raşid Halifeler (h. 10-40/ m. 632-61) döneminden itibaren fütuhatçıydı ancak Hz. Muaviye fütuhatta deniz hakimiyeti merkezli bir aşamayı temsil etmiştir.
Hz. Muaviye h. 12’de (m. 634), yani birinci İslam Halifesi Hz. Ebu Bekir’in hilafetinin ikinci ve son yılında Şam’ın fethinde yer almış ve sonraki iki halife döneminde de Şam valisi olarak görevlendirilmişti. Müslümanların dünya tarihini değiştirecek aktörler olacaklarının işaretleri, henüz h. 15 (m. 636) tarihinde günümüzde Ürdün sınırlarında bulunan Yermuk’te Herakleios’un Bizans ordusunu (ve yine bu yılın sonunda Kadisiye’de Sasanilerin ordusunu) bozguna uğrattıklarında görülmeye başlamıştır. Francisco Gabrielli gibi tarihçilerin “dünya tarihinde Yermuk Savaşı kadar önemli sonuçlar doğurmuş ikinci bir savaş daha bulmak zordur” şeklindeki tespitleri, elbette bu zaferle beraber Müslümanların neredeyse nefes almadan batıya doğru bir asırlık şimşek hızında ilerlemesinin başlangıç tarihini belirleme çabasının bir sonucuydu. Müslümanlar gerçekten h. 15 (m. 636) Yermuk zaferi ile beraber o kadar hızlı ilerlemişti ki Bizans Kuzey Afrika’sı adım adım fethedilmiş, h. 93’te (m. 711) berberi Müslüman bir komutan ve vali olan Tarik bin Ziyad (Cebelitarık’ın isim babasıdır) Afrika’nın en batı ucundan kuzeye geçerek İber Yarımadasını ele geçirmiş ve Müslümanların buradan Avrupa topraklarının doğusuna doğru ilerleyişi ancak h. 113’te (m. 732) Paris’e 300 km mesafedeki Puvatya’da durdurulabilmiştir. Müslümanların ilk asır fütuhatındaki ilerleyiş hızı o kadar sıra dışı ve Hristiyan dünyası bakımından o kadar kritikti ki durumu tasvir etmek için meşhur Bizans tarihçisi Gibbon, “eğer Puvatya’da Müslümanlar, Charles Martel kumandasındaki Franklar tarafından 732’de durdurulamasaydı Oxford’da Kur’an tefsiri derslerinin okutulduğuna” ya da Voltaire “Fransa’nın şimdi Müslümanların bir eyaleti olacağına” şahitlik edecektik demişlerdir.
Bu ilerleyişi mümkün kılan stratejik düşünce neydi sorusunun cevabını ancak altıncı İslam Halifesi Hz. Muaviye’nin siyasi dehası, organizasyon yeteneği ve cesareti şeklinde verebiliriz. Hz. Muaviye, ifade ettiğimiz gibi henüz h. 12’de (m. 634) Bizans Şam’ının fethinde yer almış ve sonraki iki İslam halifesi döneminde de Şam valisi olarak burada bir güç temerküz etmişti. Esasında Şam valisi olarak Hz. Muaviye’nin fütuhatta ilerleme yolu batıya değil, kuzeye, yani Anadolu’ya doğruydu. Ancak bir tarihsel gelişme ve o tarihsel gelişmeye Hz. Muaviye’nin tepkisi hem bu ilerlemenin yönünü hem de Akdeniz ve dünya tarihinin akışını değiştirecektir. Öyle ki h. 18-22 (m. 639-42) arasında Amr bin As komutasındaki Müslümanlar tarafından fethedilen Bizans Mısır’ı ve özellikle onun zenginliği ile meşhur başkenti İskenderiye’nin fethinden sonra bir Bizans donanması h. 25’te (m. 645) buraya saldırarak şehri yeniden ele geçirmişti. Yine Amr bin As komutasında Müslümanların son bir müdahalesi sonucunda İskenderiye bir daha elden çıkmamacasına İslam toprağı haline getirilmişti, ancak bu gelişme Hz. Muaviye açısından stratejik bir karar vermesini de tetikleyen bir etki yaratmıştır. Hz. Muaviye’nin bu olaydan çıkardığı ders, şayet Müslümanlar eski Bizans kuzey Afrika’sında tutunabilecekse ancak Akdeniz’de Bizans donanmasına alternatif bir donanma gücü inşa etmek suretiyle tutunabileceği şeklindeydi. Dolayısıyla Hz. Muaviye bir kara hakimiyeti taraftarı olan Amr bin As’ın tüm çekincelerine rağmen Akdeniz’de Müslüman donanmasının inşasının da mimarı olmuştur. Bizans, tarihinde birçok saldırıya uğramış olabilir ama sadece Müslümanlar onun Akdeniz hakimiyetini sona erdirme stratejik düşünce ve organizasyon yeteneğine sahip olmuştur. Bu yeteneğin birincil aktörü de kuşkusuz Hz. Muaviye’dir.
Hz. Muaviye’nin bu stratejik kararı ve donanma gücü sayesinde kuzeyden güneye Halep, Hama, Humus, Şam; oradan batıya Mısır ve Tunus’taki liman hakimiyeti ile Akdeniz’de Müslüman varlığı kalıcı hale gelmiştir. Roma’nın mare nostrum’unu Müslüman gölü haline getiren stratejik deha ve organizasyon yeteneğinde hakkı teslim edilmesi gereken en önemli aktör Hz. Muaviye’dir. Batılı tarihçiler bakımından inanılması güç ama bu donanma gücü sayesinde Müslümanlar kısa sürede Akdeniz’in deve dişi adaları olan Kıbrıs’ı h. 29’da (m. 649) fethetmiş, Girit’e akınlar gerçekleştirmiş ve henüz h. 33’te (m. 654) Rodos’a ulaşmıştı. Rodos oldukça önemliydi zira Doğu Akdeniz’den kuzeye, yani Ege’ye geçmek için köprü başını tutuyordu. Ege’ye girmek de önemliydi zira buraya ulaştıktan sonra Çanakkale’den Marmara’ya girip Bizans’ın başkenti Konstantinapol’ü kuşatmak mümkün hale gelecekti. Gerçekten de Müslümanlar Rodos’tan sonra Çanakkale’ye doğru ilerlemek için On İki Ada’dan biri olan İstanköy Adasının (Kos) fethiyle devam etmiş ve h. 34’te (m. 655) Marmara’ya ulaşmadan önce kendisini uzakta karşılamak isteyen bir Bizans donanmasını da mağlup etmişti. Tekrar etmeye gerek yok, h. 36 (m. 656) sonrası İslam tarihinin fitne yıllarıdır ve Müslümanlar içine düştükleri fitne nedeniyle odaklarını da dışarıdan içeriye vermek zorunda kaldılar. Fitne, iki Haricinin dördüncü ve son raşid İslam Halifesi Hz. Ali’yi (kerremallahu vech) h. 40’ta (m. 661) katletmesi ve nihayet 20 yıllık Hz. Muaviye hilafetinin (h. 40- 60/ m. 661-680) başlamasıyla sonlanmıştır.
Hz. Muaviye, hilafetiyle beraber Akdeniz’de ilerleyişine On İki Adaların teker teker fethiyle devam etti. Yine batılı tarihçiler açısından inanılması güç ama henüz h. 54 (m. 674) gibi bir tarihte Müslüman donanması Çanakkale’den Marmaray’a girmiş ve Bizans başkentini kuşatma altına almıştı. İnanılması güç olan sadece Müslümanların fütuhat hızı değildi, aynı zamanda bu kuşatmaya karşı Bizans’ın kendisini denizde de yanan Rum ateşiyle savunmasına rağmen Müslümanların 4 yıl boyunca kuşatmayı sürdürme kararlılığıydı. Kuşatma nihayet h. 58’da (m. 678) sonlandırıldı, ancak Bizans başkentinin biz Türkler tarafından fethinden yaklaşık 8 asır önce Müslüman toprağı kılınmasına bu kadar erken bir tarihte yaklaşıldığının altını çizmek gerekir. Batılı tarihçilerin dehşetengiz ve hayretengiz bir psikolojiyle yazdıkları gibi Bizans başkenti h. 857’de (m. 1453) değil de h. 50’lerde (m. 670’ler) fethedilmiş olsaydı bir Avrupa’dan da bahsedilemeyebilirdi. Şunu belirtmek gerekir ki hem h. 58 (m. 678) ateşkesi, hem h. 60’ta (m. 680) Hz. Muaviye’nin vefatı, hem bir başka fitne döneminin başlaması hem de ilk Müslüman kuşağının ahirete göçmesi sonrası ikinci kuşağın bu ilerleyişte yavaşlaması ile beraber Müslümanların ilk yüzyılının ilk yarısında bir duraklama yaşanması söz konusu olmuştur. Ta ki h. 66’yla (m. 685) beraber Mervani Emevîlerin iç istikrarı yeniden sağlamasına kadar.
Yazıyı bir ihtiyat kaydı düşmeden bitirmeyelim. Bu ihtiyat kaydımız Emevilerle beraber artık İslam Tarihi’nin İslam Medeniyet Tarihi biçimini almaya başlamasıdır. Aradaki fark salt bir kelime zammından ibaret değil elbette. Emevilerle beraber İslam siyasi merkezinin Medine’den Şam’a kaymasıyla Rasûl-i Ekrem ve Raşidün dönemindeki bilgi ve güç arasındaki sıkı konsensusa dayalı paradigmanın değişmeye ve yeni bir paradigmanın oluşmaya başladığını ifade etmeliyiz. Bu yeni paradigma bilgi ile güç arasındaki sıkı konsensusun gevşemesinin doğal bir sonucu olarak tarihsel oluşumu belirginleşmeye başlayan bilgi aktörlerinin, gücü denetleyici rol ve kaygılarının yükseldiği bir bağlama işaret eder. Söylemek istediğimiz şeyin yanlış anlaşılmasını önlemek için hemen belirtmeliyiz ki Raşidün dönemi sonrası belirgin hale gelen bilgi-güç arası gerilimin Sünni-Şii rekabetiyle, daha doğrusu Şiiliğin bir fraksiyon olarak ayrışmasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu ayrışma tümden siyasi bir ayrışma niteliğine sahipti, elbette siyasi farklılaşmanın kendi teolojisini ürettiğini belirtmek kaydıyla. Raşidün sonrası bilgi-güç arası gerilim, siyasetin hızla merkezi bir konum elde etmesi, hızlı fütuhat ve hızlı zenginleşmenin dünyevileştirici risklerine karşı bilgi aktörlerinin bu gelişmeyi denetleme ve kontrol altına alma misyonunun ortaya çıkması olarak temayüz etmiştir. Bu gelişme mezhebi bir gerilim şeklinde değil, mezhepten bağımsız Müslümanca yaşama duyarlılığının tetiklenmesi şeklinde açıklanabilir. Emeviler dönemiyle beraber İslam Tarihinin artık İslam Medeniyet Tarihi biçimini aldığı, bilgi ile güç arasındaki sıkı konsensusa dayalı paradigmanın -belki de tabii tarihsel gelişme olarak- gevşeyerek bilginin güçten belli bir mesafe ile uzaklaştığı ve fakat bu oldukça hikmetli sonuçlar doğurmuş uzaklaşma çerçevesinde bilgi aktörlerinin gücü bilginin meşruiyet çerçevesine dayalı olarak sürekli denetleme işlevinin ortaya çıktığı yeni bir paradigmatik dönüşümden bahsediyoruz. Bu denetim kaygısı sonraki İslam müesseselerinin oluşumunu haber vermiştir, vesselam.