GÜNEŞ’E VE ONUN KUŞLUK VAKTİNDEKİ PARLAK AYDINLIĞINA AND OLSUN Kİ
Kur’an’da Güneş (Şems) isminde bir sure mevcuttur. Güneş insanları ve yeryüzündeki bütün canlıları aydınlattığı, ısıtıp ışıttığı gibi insanı tanıtan bu sure de insanların ufkunu aydınlatmaktadır. Güneş nasıl maddî hayat için ışık ve hayat kaynağıysa, Allah ve vahiy de manevi hayat için ışık ve hayat kaynağıdır. Güneş, Allah’ın engin sevgi, şefkat ve merhametini ifade eden er-Rahmân isminin bir simgesi gibidir. Güneş ayrım yapmadan her şeyin üzerine hem kurda hem kuzuya hem dikene hem güle doğar. Rahman ismi de kâfir Müslüman ayırmadan herkesi kuşatır, herkesin üzerine bir güneş gibi doğar. Bu nedenle her sabah Güneş’in doğuşunu izleyerek güne başlamalıyız. Güneş’teki Allah’ın er-Rahmân isminin tecellilerini görüp, Allah’ın engin rahmetini içselleştirip bütün günümüzü insanlar arasında ayrım yapmaksızın herkese sevgi, şefkat ve merhamet yayarak aydınlatmalıyız. İnsanlığın hayatını karartanlara inat daha aydınlık bir gelecek için insanlığa nasıl katkı sunabiliriz, ufuk açabiliriz onun çarelerini düşünmeliyiz. Davud el-Kayseri’nin de dediği gibi, Allah’ın 99 isminin imamesi er-Rahîm’dir. Ne yapıyorsanız yapın er-Rahîm ismi orada olacak, yaptığınız şeyi Rahmân-Rahim Allah’ın adıyla sevgi, şefkat ve merhametle yapacaksınız.
Şems suresi Güneş’e, onun sabahleyin oluşan aydınlığına, Güneş’i izleyen Ay’a ve gündüze yeminle başlar:
وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا (1) وَالْقَمَرِ إِذَا تَلَاهَا (2) وَالنَّهَارِ إِذَا جَلَّاهَا (3)
“Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, Güneş’i takip ettiğinde Ay’a, onu açığa çıkarttığında gündüze and olsun ki” (Şems 91/1-3)
Ayın güneşi takip etmesi için kullanılan “telâ” fiili Kur’an’ın tilavet edilmesi olarak da kullanılır. Tilavet manasız ve ruhsuz bir seslendirme değildir. Vahyi hayatın merkezine alan son derece bilinçli bir okuma biçimidir.
Kur’an’ı insanlara tilavet eden Resulullah, Kur’an güneşinden aldığı ışığı insanlığa yansıtan bir dolunaydır, Kur’ân nurunu insanlığa saçan bir kandildir (sirâcen münîrâ). Güneş Kur’ân’ı, Ay da Hz. Peygamberi temsil eder. Ay, Güneşi izlediği gibi, Hz. Peygamber de Kur’ân nurunu ve kendilerine inen vahye tabi olan önceki peygamberlerin yolunu takip etmiştir. Ay, Güneşin ışığını yansıttığı gibi Allah Rasûlü de Kur’ân nurunu insanlığa yansıtmıştır, yürüyen Kur’ân olmuştur. Şimdi onun ümmeti ve Kur’an mirasının varisleri olarak bize düşen de onun yolundan gitmektir, Kur’ân nurunu takip eden, içselleştiren ve yayan kandiller olabilmektir. Her kandil kendi çapı, gücü ve enerjisi nispetinde ışık verir. Herkes Hz. Peygamber gibi dolunay olamaz ama kimisi yarımay kimisi de hilal olabilir. Yeter ki insanlığı aydınlatmak için aydınlanmaya talip olalım.
Ay Güneş’i takip ettiği gibi bir Müslüman da Kur’an ışığını takip etmelidir. Bir Müslümanın yörüngesi daima Kur’an’la ilişkili olmalıdır. Ay Güneş’i tilavet ederken ilk önce kendisi aydınlanır sonra onun ışığını yansıtır. Bir Müslüman ilk önce Kur’an’dan ışığını alıp aydınlanması sonra etrafını aydınlatması gerekir. Zira içinden aydınlanmayan dışını aydınlatamaz.
Allah’ın gönderdiği son dinin talibi olan her bir Müslüman Allah’ın istediği ve aradığı örnek bir şahsiyet olmak için kendini eğitmelidir. Bu meyanda Abraham Joshua Heschel (1907-1972) mealen şöyle der: “Ben bütün bir ömrümü yanlış arayışın peşinden koşarak geçirmişim. Zannettim ki tarih insanın Allah’ı arayış tarihidir. Ta ki peygamberler tarihini inceleyince anladım ki tarih Allah’ı arama tarihi değil, Allah’ın adam gibi adamları arama tarihidir.” Allah’ın aradığı adam olmak, o şekilde düşünmek ve davranmak. İşte bütün mesele bu!
Birbirlerini yalanlayan zincirin halkası “silsiletü’l-mükezzibîn” olan filozoflar Allah’ın gönderdiği vahiy ışığından bağımsız olarak âlemi anlamlandırmaya çalışırlarken birbirlerini destekleyen zincirin halkası “silsiletü’l-musaddikîn” olan ve aynı kaynaktan beslenen peygamberler tarihin akışını değiştirmişlerdir. Şimdi ellerinde bulunan Kur’an meşalesi ile peygamberlerin yolunu izleyen ve önlerini aydınlatan Müslümanlar tarihin akışını değiştirecek düşünceler ve projeler üretmek için var güçleriyle çalışmalıdırlar. Müslümanlara liderlik edecek tarihi tecrübeye sahip olan Türkler ilk önce Türkiye yüzyılında kendi aralarındaki birliği sağlamlaştırıp sonra Müslümanlarla saflarını sıkılaştırarak, insanlığın düşünce mirasından da istifade ederek tüm insanlığı sevgi, şefkat, merhamet ve adaletle kucaklayacak düşünceler ve projeler geliştirmek durumundadırlar. Ama ilk önce dinlerini doğru anlamalıdırlar. Merhametin kaynağı olan Allah’ın dünya barışı, huzuru ve rahmet için indirdiği vahye tavuk karası gözle yaklaşıp da mesajı tam tersine çevirerek ondan ayrılık ve azap türetmemelidirler. Allah’ın bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiği elçiyi doğru anlayıp âlemlere zahmet değil rahmet olmalıdırlar. Gönül imparatorluğunun yeryüzü imparatorluğundan daha değerli olduğu bilinci ile hoşgörü timsali ve gönül eri olan Hz. Peygamberi, diğer peygamberleri, tarihimizdeki Mevlana’yı, Yunus Emreleri, Aşık Veyselleri örnek almalıdırlar. İnsanların köleleştirilmediği, emeklerinin, yeraltı zenginliklerinin sömürülmediği, eşitliğin, adaletin sağlandığı, kan ve gözyaşlarının dindirildiği daha yaşanabilir bir dünya oluşturmak için var güçleriyle çalışmalıdırlar. İşte o zaman Allah’ın iyi insan ve huzurlu toplum projesi olan İslam, yeryüzüne yayılmış olacaktır. Zira Allah, toplumlar kendilerini değiştirmedikçe onları zorla değiştirmez ve adaleti hâkim kılmaz. O, adaleti, ahlakı, huzuru, barışı hâkim kılma görevini yeryüzünün halifesi olarak seçtiği insana vermiştir.
Şimdi Şems suresine dönecek olursak: Eşya zıddıyla kaimdir. Surede çiftlerden oluşan şeylere “Güneş-Ay”, “gece-gündüz”, “gök-yer”, tek olan Allah’a, en sonunda insana yemin ediliyor ve insanın çift kutbuna dikkat çekiliyor. Bütün bu çiftler insanın emrine amade kılınmıştır. İnsanın ise kimin emrine amade olacağı içindeki kutuplardan hangi tarafı sulayacağına bağlıdır. Zira insanın yapısına iyilik ve kötülük tohumları ekilmiştir. İnsanın geleceği Allah’ın ona bahşettiği akıl ve irade yeteneklerini kullanarak iyi ya da kötü eğilimlerden hangisini güçlendirip hangisini bastıracağına bağlıdır.
(10) وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا (7) فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا (8) قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا (9) وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا
“Kişiye ve onu birtakım kabiliyetlerle donatıp biçimlendirene, ona hem fücurunu hem de takvasını ilham edene and olsun ki, kendini arındırıp geliştiren kurtuluşa ermiş, kötülüklere gömen de kaybetmiştir.” (Şems 91/7-10)
Kâinatın gözbebeği olan insana akıl, düşünce, mantık, hafıza, hayal gücü, temyiz gücü, karar verme gücü, irade kuvveti, vicdan, gönül dünyası ve diğer pek çok yetenekler bahşedilmiştir. Bunun yanında iradesinin sınanması için fücur ve fücurdan sakınma (takva) yeteneği de verilmiştir.
Fücûr, haktan sapmak, hak yolu yarıp düzeninden çıkarak kötülük ve isyana düşmektir. Kötü ve günah olan fiillere de fücur denilir. (E. H. Yazır)
Kur’an cahiliye Araplarının somut manada kullandığı birçok kelimeye dini, ahlaki mana yükleyerek muhataplarının tasavvurunu değiştirmiştir. Bunlardan biri de ayette yer alan takva kelimesidir. Cahiliye Araplarında çöl şartlarından korunma, düşmandan korunmak için sipere yatma manasında kullanılan takva kelimesi Kur’an’da daha ziyade ahlaki bağlamda yer almış, kötülükten, zulümden, ahlaksızlıktan korunup sürekli olarak uyanık ve tetikte olma, duyarlı olma, sorumluluk bilincine sahip olma manalarında kullanılmıştır. Fücurunu ve takvasını, kötülüğünü ve iyiliğini ayırt etme, seçip yapma gücünü ve özgürlüğünü Allah insanın yapısına ilham ederek/yerleştirerek insanı özgür iradesiyle baş başa bırakmış ve iyiliği tercih ederek kurtuluşa ermesini ona telkin etmiştir.
Hayvanlardan ayırt edici özelliği olarak ahlâkî varlığa sahip olan insana Allah, hayır ve şerrin farkını; hayrın iyi, şerrin ise kötü bir şey olduğunu ilham olarak vermiştir. İnsan yapısındaki hangi tohumları sularsa ahirette onun meyvelerini yer. Cennet tubasını sulayan onun meyvelerini, cehennem zakkumunu sulayan da onun acı semeresini elde eder. Ahiretteki kurtuluş arınmış, temiz, Allah’a dönük, O’na kavuşmayı özleyen bir kalple Allah’a varmakla ve geride bırakılan iyilik mirasıyla olacaktır.
Ayetteki tezkiye, arınmak, artmak, büyümek, gelişmek demektir. Onun zıddı olan tedsiye’nin devs’ten türemiş olduğu söylenmiştir. Devs اَلدَّوْسُ, bir şeyin büyümeyip bodur, cılız kalması ve gizlenmesi, dess ve dissise ise bir şeyi bir şeyin altına gömüp gizlemek ve toprağa gömmek manasındadır (E. H. Yazır). Kendini arındırıp geliştiren kurtuluşa erecektir. Kendini geliştirmeyerek içindeki iyilik tohumunu çürüten, kendini kötülüklere gömüp kirleten ve geri bırakan kimse de ziyana uğrayacaktır. Allah’ın insana üflemiş olduğu o ruhu, ilahi nefhayı bu şekilde gömmek ne büyük kayıptır. Artan kurtulmuştur, eksilen mahvolmuştur. Hz. peygamberin buyurduğu gibi “Men istevâ yevmâhu fe hüve mağbûnun” (İki günü eşit olan ziyandadır.)
Sonuç olarak Şems suresinde Güneş-Ay, gece-gündüz, yer-görk çiftlerine yemin edilerek insanın içine fücurun (günah işleme isteğinin) ve takvanın (günahtan korunma yeteneğinin) ilham edildiği vurgulanmıştır. İnsanın hayır veya şer yollarından birini seçebilme imkânına sahip olarak yaratıldığı bildirildikten sonra nihaî kurtuluşun da, kaybın da bu seçime bağlı bulunduğu uyarısı yapılmıştır. Kendisini arındıranların ve geliştirenlerin huzura, kurtuluşa ereceği, kazanacağı; kendisini, fıtratını kirletenlerin ve vicdanlarını karartanların ise kaybedeceği vurgulanmıştır. Benliğini karanlıkta bırakanın ve vicdanını karartanın nasıl kaybedeceğine örnek olarak Semud kavmi verilerek sure sona ermiştir.
Dr. Resul ERTUĞRUL