Seçim, demokratik sistemlerin meşruluk aracıdır. Siyasi partiler de bu meşruiyet gereğince ortaya çıkmış siyasi örgütlerdir. Demokratik sistemlerde düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne bağlı olarak pek çok siyasi örgüt/parti kurulur. Ülke anayasalarında siyasi örgütlenmenin nasıl olacağı, hangi şartlara haiz olması gerektiği bellidir.
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “benzer inanç, tutum ve değerler etrafında” bir araya gelip örgütlenmiş onlarca siyasi parti mevcuttur. Temel amacı “seçim kazanmak” olan bu örgütlerin “reel politik”teki yerleri ve öncellikleri birbirinden farklıdır. Türkiye’deki siyasi haritaya bakıldığında kurulan partilerin amaçları bakımından iktidar olmak, mevcut oylarını korumak- mümkünse arttırmak- güç ve prestij kazanmanın yanında “maddi çıkar” sağlamak olduğunu söyleyebiliriz.
Ülke yönetimine dolaylı olarak katılmak isteyen halk, partiler ve seçtikleri vekiller vasıtasıyla bunu gerçekleştirirler. Bu bağlamda doğrudan demokrasinin mümkün olmadığı günümüzde -istisna kural bozmaz- seçimlere çok daha büyük bir önem atfedilir.
Türkiye, çok partili hayata geçtiğinden beri “seçimler ve partiler” bakımından çok özel bir yere sahiptir. Hatta kanaatimce sosyologlar tarafından derinlemesine incelenmesi gereken doğal bir sosyal deney ortamıdır. Kurucu parti CHP’nin içinden çıkan “Demokrat Parti”den sonra belli aralıklarla -darbeler- kesintiye uğrayan demokrasi tecrübemiz, “siyaset bilimi”ne sayısız malzeme sağlamaktadır. Çok partili hayatın Türkiye mozaiğine katkı sunduğu muhakkaktır. Aşırı uçları temsil eden fikir ve düşünceleri saymazsak ülkemizde iki ana damar daima belirleyici olmuştur. Merkez sağı temsil eden “milliyetçi-muhafazakâr” odak ile sol ekseni temsil eden “sosyal demokrat”lık siyasi örgütlenmemizin özetidir. Seçim barajları ve siyasi konjonktür gereği, 1960’lı yıllardan 2000’li yılların başına kadar genellikle koalisyonların -Özal’ın ANAP’ı hariç- yönettiği -daha doğrusu yönetemediği- bir Türkiye gerçeği söz konusudur. İstikrarın sağlanamadığı, ömrü bir iki yıl olan hükümetlerin kurulduğu bu uzun dönem boyunca Türkiye’nin tarihi misyonuna uygun adımlar atamadığı herkesçe malumdur. 2002’den sonra Adalet ve Kalkınma Partisi ile başlayan “istikrarlı yıllar” halk için geçmiş ile gelecek arasında karşılaştırma yapma imkânı sunmuştur. Bu yönüyle anket şirketlerinin tahminlerini alt üst eden, sosyal medyada koparılan fırtınaların aksine bütün yıpranmışlığına ve metal yorgunluğuna rağmen “milliyetçi muhafazakar” cephenin 2023 seçimlerinden galip çıkma nedenini, biraz da “dün dersi”ne iyi çalışan halkta aramak gerekir.
14 Mayıs 2023’te yapılan Milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı 1. Tur seçimleri, siyasi partiler için pek çok yönüyle özeleştiriyi zorunlu kılan bir sonuç ortaya çıkardı. İlk turda hiçbir cumhurbaşkanı adayı 50+1 oyu alamamıştır. 28 Mayıs’ta yapılan ikinci tur oylamada mevcut Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ipi göğüsleyerek %52.18 oyla yeniden seçilmiştir.
Mayıs 2023 seçimleri, ittifaklar ve siyasî angajmanlar bakımından sayısız araştırmaya konu olabilecek niteliktedir. Özellikle siyaset bilimi ve toplumbilimin üzerine dikkatle eğilmesi gereken noktalar olduğunu düşünüyorum. “Asla bir araya gelemez” denilen siyasi fraksiyonlar bir araya gelmiş, “asla aynı masa etrafında toplanmaz” denilen ideolojik farklılıklar aynı çatı altında “kerhen” de olsa buluşabilmiştir.
Siyasi motivasyonları bakımından ittifakların öncelikleri birbirinden oldukça farklı olmuştur. Cumhur İttifakı söylem olarak “bekâ” meselesi etrafında “milli ve yerli” siyaseti öncelerken Millet İttifakı’nın temel motivasyonu ne olursa olsun “mevcut cumhurbaşkanından kurtulmak” olmuştur.
Başkanlık veya yarı başkanlık sistemlerinde doğal olarak “iki taraflılık/kutupluluk” söz konusudur. Bu yönüyle son iki seçimde tıpkı ABD’de olduğu gibi Türkiye de iki kutup arasında keskin bir mücadeleye şahit olmaktadır. Bu tarz siyasetin belki de en zararlı yönü; “gri alanları” yok etmesidir. Çünkü siyaset bilimi, partileri/fraksiyonları “sosyal bütünleşme”yi sağlayan örgüt olarak da tanımlar. Ancak bu tanımlamanın çok uzağında bir görüntü ortaya çıkınca mevcut tanım ve pratiklerde bir sorun olduğunu kabul etmek ve bunu tartışmak gerekir.
Türkiye, tarihi misyonu ve stratejik konumu dolayısıyla zor yönetilen bir ülkedir. Bin yıllık devlet tecrübesi, üzerinde durduğu miras ve kendisinden beklenilen roller itibariyle Türkiye “zayıf, içe dönük, statükoyu koruyan yönetimler” yerine “pro-aktif, gündem oluşturan, oyun kuran yönetimleri” benimsemek zorundadır. Halk, bu noktada kendisini temsil edecek lideri seçerken pek çok “sözde yorumcu”nun iddia ettiklerinin aksine çok bilinçli davranmakta, sandığa sahip çıkmaktadır. Seçimlere katılım oranı, bunun en önemli göstergesidir.
Seçimin farklı boyutlarına bakmaya devam edeceğiz.
Devam edecek…
Salih Uçak