Doç. Dr. Selami AlanTöreli Yazılar

Hüzün Mavisi

Zor yıllardı. Bugünün imkânları yoktu. Tercihleri sınava girmeden yapıyorduk. Postacı sonuç kâğıdını getirdiğinde, Konya Ereğli’de bulunan İvriz Anadolu Öğretmen Lisesi’ndeki maceram başlamış oldu. Eskişehir’in sınır komşusu diye yazmıştım. Hâlbuki Konya’nın diğer ucundaymış. 1993 yılının yaz aylarında kayıt olmak için rahmetli dedemle gitmiştik ilk kez. Posta treniyle yaptığımız yaklaşık on altı on yedi saatlik bir yolculukla ulaşmıştık ilçeye. Okul ise ilçeden on kilometre kadar uzaktı.

Toros Dağlarının İç Anadolu’ya bakan yamacında, yerleşim yerlerinden uzak, tek başına bir okul. Tarlaların, meyve bahçelerinin, bademliklerin, çamlıkların olduğu geniş bir arazinin içerisinde okul binası, yatakhane ve lojmanların yanı sıra ekmek fırını, marangozhane ve atölye gibi eskiden kalma binaların yer aldığı bir yerleşke. İvriz ismini dokuz kilometre doğusunda bulunan ve insanlık tarihinin ilk kabartma yazılı kaya anıtı olma özelliğini taşıyan anıttan almakta. Hititler yıkıldıktan sonra bu yörede hüküm süren Tuvana Kralı Warpalavas tarafından yaptırılan bu kaya anıtın dibinden buz gibi soğuk, cam gibi berrak su çıkmakta.

Lise yılları. On üç yaşındayken başlayan gurbet. Yatılı kalan yaklaşık beş yüz erkek öğrenci. Özellikle ilk günlerde yaşanan acemilik, şaşkınlık ve yalnızlık. İlk hafta üst sınıflar gelmediği için öğretmenlerin de ders yapmaması. Boş gezdiğinizi gören bir yetkilinin sizi alıp yemekhaneye götürmesi ve saatlerce soyulan patatesler, soğanlar; kırılan fasulyeler, doğranan patlıcanlar… Daha ilk haftada kıymeti öğrenilen “Arazi olmak” deyimi. Koğuş vasfını daha çok hak eden on altı kişilik yatakhaneler. Hatta sonraki yıl ikişer ranza daha eklendiği için yirmişer kişilik kadrolarıyla koğuş oldukları tam anlamıyla perçinlenen mekânlar. Eskilikten artık öbek öbek olmuş yünlerle dolu döşekler ve bu döşeklerle bir beşik gibi çukurlaşan yaylı yataklar. Sabahın yedisinde kilitlenip gecenin dokuzunda açılan yatakhane binası yüzünden günde on üç saat ayakkabıya mahkûm kalan ayaklar. Genelde ütüsüz giyilen gömlekler, kırmızı leğenlerde elde yıkanan çamaşırlar. Kantinde, yemek sırasında, lavaboda, banyoda beklenen sıralar. Nöbetçilik sistemi nedeniyle derslerden muaf tutularak yemekhanede, yatakhanede, kütüphanede, revirde, nizamiyede, işin özü okulun her köşesinde tutulan nöbetler, hizmetli gibi çalışarak geçirilen günler. Velhasıl her anı, her yanı ayrı zorluklarla dolu yıllar. Elbette güzel yönleri de vardı bu yılların. Güçlü dostluklar ve paha biçilemez tecrübeler gibi.

Yıllar sonra, mesleğe bir öğretmen lisesinde adım atmak nasip oldu. Yatılı kısmı vardı bu okulun da. Eskisi kadar zor olmasa da öğrencilerim de benim yaşadıklarıma benzer bir şartlarda geçiriyorlardı günlerini. Benim için biten zorluklar başkaları için devam ediyordu. Demek ki unutmamak, unutturmamak gerekiyordu. Bu niyetle aşağıdaki cümleleri kaleme almıştım bir zamanlar. Aslında hepimizin çevresinde bu tarz zorlukları yaşayan birçok genç hâlâ mevcut. Bu gençlerin farkına varıp mümkün olduğu kadar dertlerine derman olabilmek dileğiyle…

 

ANILARIN GÖLGESİNDE

Hüzün mavisi bir akşamüstü, hatıralara sığındığın oldu mu yalnızlığın şerrinden?

Mavi, mor karışımı bir gökyüzünün bütün kızıllığını dağın yamaçlarına dökerek kaçışını seyrettin mi bir etüt penceresinden?

Tahta sıralar üzerinde tatlı bir uykudan sonra, yüzünün yarısını kaplayan kırmızı çizgilere aldırmadan gülümsedin mi güneşe mahmur gözlerinle?

Her yemek vaktinde yüz metrelik maratona katılarak mide gurultusundan sabır dersleri alarak koşuşturdun mu yemekhane yollarında?

Kahvaltılarda verilen zeytin sayısının yedi; bayat ekmeğin sağlıklı ve bereketli; demir bardaktaki çayın ise ilk anda dudak kabartıp sonra da birden bire buz gibi olduğunu sabitledin mi özbeöz tecrübelerinle?

Cuma akşamları çoğu arkadaşın eve giderken sen kahramanlarla konuştun mu roman sayfalarında?

Yatılı arkadaşlarının, ömür boyu hapse mahkûmları kıskandırırcasına volta attıkları köy yolunda, okudun mu şiirlerini yıldızlara?

Ranzalar arası sohbetlere katıldın mı küçücük bir teypten çıkan türkünün sesiyle bütün koğuş mahzunlaşmışken?

Ranzaların kuytularında kaybolmuş şiirlere takıldığında gözlerin düşündün mü hayatının da bu şiirlere benzediğini?

Uykunun nazlandığı gecelerde, pencere kenarlarından şarkısını fısıldayan rüzgâra inat rahat bir uykunun zevkiyle horlayan koroya ritim tutturdun mu hafiften ıslığınla?

Gecenin sessizliğine güvenerek işledin mi hasret kanaviçesini yastığına gözyaşlarınla?

Saatler durup yıllar hızla akarken bir an önce bitmesi için, daha ilk gününde şafak saymaya başladığın o günleri özlediğini fark ettin mi yalnız kaldığın anlarda?

Ve geri dönüşünün mutluluğu içinde, yanaklarına sıcacık öpücükler konduran güneşin gülümsemesiyle kendine geldin mi bir nöbetçi öğretmen odasında?

Doç. Dr. Selami Alan

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu