
A. Cevdet Paşa’nın Âlimane Bir Mektubu
Orhan ALİMOĞLU
Dergâh Yayınevi 2021 yılında “Cevdet Paşa’nın Lâyihalar”ı adlı bir mükemmel kitap yayınlamış. Ahmet Zeki İzgöer ve İsmail Kara hocaların imzasını taşıyan bu kitabı okurken müfid ve muhtasar seçme /derleme yapalım diye düşündük. Kitaba sunuşu İzgöer Hoca yazmış. Şu cümlelerini kaydetmeliyiz:
“Yine miras bıraktığı abide eser Mecelle’deki katkılarıyla medeni hukuk alanında Batı medeniyetine adeta hukuk dersi vermiştir. Ayrıca sosyoloji, dil, iktisat ve felsefe alanlarındaki orijinal kıymetteki görüş ve düşünceleri ile de bundan sonraki yüzyıllarda kendisinden söz edileceği anlaşılmaktadır”
“Osmanlı bürokrasisinde neredeyse yarım asır süreyle durmadan yazan bir münevverin bir entelektüelin, bir âlimin biz daha birçok (incelenmemiş) metinlerinin olduğunu tahmin ediyoruz”
“Kitap, lâhiyalarının yanı sıra muhtıra, muharrerat, ariza, mazbata, arz gibi Osmanlı diplomasisindeki bir kısım yazışma şekillerinden meydana gelen bir derlemedir”
Kitabın başında, gayur ve mütefekkir hocalarımızdan İsmail Kara’nın “Lâyihaların önemine dair birkaç not” başlıklı bir değerlendirmesi var. İlk paragrafı paşanın kadrini ifade ediyor:
“Cevdet Paşa (1823-1895) İstanbul’da iyi yetişmiş bir medreseli. Ardından kalemiyeye/üst bürokrasiye intisap ediyor. Ayrıca tasavvufî ve edebî neşveleri İstanbul’da tanımış-tatmış, medrese dersleri yanında matematik ve Fransızca dahil serbest dersler de okumuş ihatalı biri; bilme/yorumlama ve icra etme/iş görme/yapma kapasitesi yüksek, bir başka deyişle hem nazarî hem de amelî tarafları güçlü (eski tabirle sahib-i seyf ü kalem) ve üç padişah görmüş geçirmiş, onlarla ve ricâl-i devletle yakın münasebetleri olmuş bir Tanzimat paşası ve âlimidir”. (S.13)
Keza, Cevdet Paşa’ya dair şu alıntı da manidar: (s.14)
“(…)Sahib-i terceme [Cevdet Paşa] mevâlîden [mevleviyet pâyesine ulaşmış âlimlerden, kadılardan] iken bir iki defa kendisine vezaret ile valilik teklif olundukta kabulden istinkâf ve bir aralık rütbesinin merâtib-i kalemiyeden bir rütbeye tahvili istenildikte tebdil-i tarîkden ictinâb [meslek-sınıf değiştirmekten kaçınarak] ve İstanbul [kadılığı] pâyesinde iken rütbe-i vezaret ile valilik teklif olundukta müntehâ-yı merâtib-i tarîk-ı ilmiye [ilmiye mertebelerinin son merhalesi] olan kadıaskerliğe bir kademe kalmış olduğundan artık tebdil-i tarîk münasip olmaz deyü i’tizâr [özür beyan] etmiş olduğu halde iki buçuk sene kadıaskerlik rütbesini taşıdıktan sonra tebdil-i tarîkı iltizâm ile hâh u nâ-hâh emsâlsiz olarak valilik ile taşra gönderilmiş olması hususunun ledünniyâtı yazılacak olsa büyücek bir cilt kitap olur”
İsmail Hoca bu değerlendirmesinde, Tanzimat fermanı sonrası gelişmeler mevzuunda Paşa’ya çok ince sitem ve tarizlerde bulunuyor ise de, Sultan Abdulhamid Han tarafından yaptırılan Fatih Camii haziresindeki şahidesinde “Zamanın İbni Kemâli idi” yazan paşamızın aşağıya dercedeceğimiz mektubu ile A. Zeki İzgöer hocamızın “sunuş” daki değerlendirmesi nasıl bir zât-ı âli kadr” olduğunu âlimane, ârifane ifade etmektedir.
Ankara Hukuk Fakültesi’nde iken, Prof. Dr. Ümid Meriç Hoca’nın doktora tezini okuduğumuzdan beri hayranı olduğumuz Ahmed Cevdet Paşa’nın, ihtida eden bir Alman münevvere yazdığı mektubu, görmeyenlerin, tekrardan zevk alanların dikkatine sunmak istiyoruz. TDK Yay. Tezakir’indeki 40 Tetimme’den naklen yayınlanan bu mektup A.Zeki İzgöer ve İsmail Kara hocaların “Cevdet Paşa’nın Lâyihalar”ı kitabında da yer alıyor.
“GAZETECİ VAHMAR HAIDEN’İN İHTİDASI”
[Kelâm ve Felsefe okuduktan sonra hak din olarak Müslümanlığı seçen Bavyera’da Augsburg gazetesi yazarı Dr. Vahmar Haiden’in İslâm’a kabul edilmesi için Şeyhülislâmlığa yazdığı mektuba Cevdet Paşa’nın kaleme aldığı cevabî mektup]Cevabname-i Fetva-penâhî / Eser-i Hâme-i Ahmed Cevdet
(Cevdet Paşa kaleminden fetva mahiyetinde mektup)
-Bavyera’da Augsburg’da Carmetis zukağında Augsburg gazetesi
muharriri Doktor Vahmar Haiden nam zatın makam-ı Meşihat-ı
Ulya’ya takdim eylediği arîzaya cevabname-i Fetva-penâhî-
4 Eylül sene 1876 tarihli mektubunuz alındı. Kemal-i memnuniyet ile mütalaa olundu. İlm-i Kelâm ve Felsefe’yi ber-tafsil tetebbu’dan (etraflı incelemeden) sonra din-i mübîn-i İslâm’ın hak olduğuna yakîn hâsıl eylemiş olduğunuzdan din-i Muhammedî’ye kabul olunmanız hususuna müsaade olunmasını istid’â (dilekçe) etmişsiniz.
Cenâb-ı Hakk’ın hidayetine mazhar olduğunuzdan dolayı zatınızı tebrik ederim ve bu güzergâh-ı fenada sizin gibi ashab-ı malumatdan bir yoldaş kazanmış olduğuma teşekkür eylerim.
Şurasını ihtara mecburum ki, din-i İslâm’da Frenkçe clérgé denilen rahbaniyet merasimi olmadığından sizin İslâmınız bizim kabulümüze menût (bağlı) ve muallak (alakalı) değildir. Bizim borcumuz ancak halka nasihat etmek ve bilmediklerini öğretmekdir. Yoksa onlar vilâdet (doğum) ve nikâh ve ibadet ve vefatlarında birer reis-i ruhanînin vücuduna muhtac değildir. Memâlik-i İslâmiye’de (İslam memleketlerinde) seyahat eden Avrupalıların çoğu hakikat-i halden gafil oldukları cihetle avâm-ı nâsdan mümtaz gördükleri ulema sınıfını esâkifeye (piskopos ve metropolitler) ve papaslara kıyas ederler. Bu ise galat-ı fahişdir (aşikâr hata). Bir Hıristiyan dünyaya geldikde kaide-i ta’mîdi (vaftiz) icra için papasa muhtacdır. Günahlarını afv etdirmek için bir reis-i ruhanînin vasıtasına muhtac olur. Akd-i nikâh için kezâlik papasa muhtac olur. Papas olmadıkça bir Hıristiyan ibadet edemez. Vefatında dahi defni bir reis-i ruhanînin vücuduna tevakkuf (bekler) eder. Din-i İslâm’da bu misillü ihtiyacât ve tekellüfat külliyen bertarafdır.
Ulemanın şeref-i imtiyazı ancak ilim ve adaletin şanına itinadan nâşidir (ileri gelir) . Nâsa (insanlara) bilmediklerini öğreten ulemadır. Beyne’n-nâs (insanlar arasında) adalet üzere hükmeden ulemadır. Ulema şerefini isbata hacet yokdur. Ehl-i İslâm Çin’de olsa ilmi taleb ve tahsile memurdur. Adalet ise bizce en büyük ibadetdir. Adaletin millet-i İslâmiye’de ne mertebede şayan-ı itina olduğuna Aliyyü’l-Murtaza (radıyallahu anh) efendimiz hazretlerinin Kadı Şureyh huzurunda bir Yahudi ile mürâfa’ası (muhakeme olunması) delil-i kâfidir. Şöyle ki, Kadı Şureyh ikinci halife olan Ömer (radıyallahu anh) efendimiz tarafından mansub (tayin edilmiş) bir kadıdır. Pek çok muammer (uzun ömürlü) oldu, pek çok seneler adalet etdi. Hazret-i Ali ise damad-ı Nebevîdir ve millet-i İslâmiye’de büyük tanıdığımız hulefâ-yı erba’anın dördüncüsüdür ve Hazret-i Ömer’in eyyâm-ı (günler) hilâfetinde dahi müsteşar-ı hâssı (özel dost) idi. Bir Yahudi ile beynlerinde (aralarında) tehaddüs (ortaya çıkan) eden bir miğfer davası üzerine Kadı Şureyh huzuruna vardılar, mürâfa’a (muhakeme) oldular. Yahudi münkir olmağla Hazret-i Ali isbat-ı müdde’â (iddiasını isbat) için kendisinin oğlu ve Hazret-i Peygamber’in hafidi (torun) olan Hasan (radıyallahu anh) hazretleriyle azadlı kölesi olan Kanber (radıyallahu anh) hazretlerini mahkemeye götürdü. Kadı Şureyh, Hazret-i Hasan’ın şehadetini tutmadı, başka şahid istedi. Kimesne (hiç kimse) şübhe eylemez ki, Hazret-i Ali bir haksız davaya kıyâm etmez. Hafid-i Hazret-i Peygamberî velev ki pederi için olsun bilmediği şeyi söylemek için mahkemeye gitmez. Lâkin babanın lehine oğlunun şehadeti şer’an kabul olunmaz. Huzur-ı şer’de ise bir zatın istisnası kabil olmadığından hafid-i (torunu) Nebevînin şehadeti reddolundu. Bu cihetle pederi davasını kazanamadı.
Hulefâ-yı erba’anın eyyâm-ı hilâfetleri asr-ı Hazret-i Peygamberî gibi kemal-i adalet üzere mürur eyledi (tam adalet ile geçti). Ba’dehû (daha sonra) Devlet-i Emeviye zuhur ile hilâfet saltanata münkalib (inkılaba uğramış) oldu. Bir müddet sonra bu devlet inkırâz (çöktü) buldu. Devlet-i Abbasiye zuhur etdi. Her vakit millet-i İslâmiye’de icra-yı adalete itina olunageldi. Hatta hulefâ-yı Abbasiye’den meşhûr Harun Reşid dahi kendi tarafından mansub (tayin edilmiş) Bağdad Kadısı Ebu Yusuf (rahmetullahi aleyh) huzurunda bir Yahudi ile mürâfa’a (muhakeme olunması) oldu. Şöyle ki, Harun Reşid, Ebu Yusuf hazretleriyle yan yana oturur iken Yahudi içeri girdi. Hasmeynden (hasımlarından) biri otururken diğerini ayak üzerinde tutmak ise caiz olmadığından Ebû Yusuf hazretleri kaide-i adl ü müsâvâta (eşitlik) riâyeten kendisi kalkıp yerine Yahudi’yi ik’âd (oturtma) ile karşılarına geçti ve adâlet üzere icra-yı muhakeme ve Harun Reşid’in aleyhine hükmetti. Fakat kalbi Harun tarafına meyletmiş olduğundan bu keyfiyet kendisine dâg-ı derûn (gönül yarası) olmuş ve sağ oldukça vicdânında bir ukde kalmış idi. Hatta vefât ederken: “Yâ Rabbi Biliyorsun ki müddet-i ömrümde hasmeyn (hasımlarda) beyninde her vechile müsâvât (eşitlik) ve adâlete riayet ettim. Fakat Hârûn Reşîd’in ile Yahudi’nin mürâfa’asında (muhakeme olunması) her ne kadar Harun’un aleyhine hükmettim ise de hîn-i muhâkemede (muhakeme esnasında) kalbim onun tarafına meyletmiş idi” deyu ağladığı kütüb-i fıkhiyyede mastûrdur (satırlardadır).
Mukaddem ve muahhar (önceki ve sonraki) Devlet-i Osmaniye’de dahi emr-i adalete ne mertebe itina olunduğu efrâd-1 nâsdan her kim olur ise olsun, huzur-i şer’de mürâfa’a (muhakeme olunması) için bir güne (türlü) ihtirâz (çekinme) altında bulunmadığı malumdur. İşte ulema sınıfının millet-i İslâmiye’de muhterem ve mümtaz olmalarına sebeb budur. Yohsa onlarda esâkife ve papasların sınıf-ı ruhaniyelerine benzer bir sıfat-ı resmiye yokdur.
Diyanet (dindarlık) ancak Allah Teala hazretleriyle kulları arasında bir keyfiyetdir. Sair din karındaşları ancak zâhir-i hale bakıp ona göre şehadet ederler. Binâen alâ-zâlik (bunlara binaen) biz dahi dünya ve ahiretde senin İslâmına şehadet etmek üzere ismini kalem-i iftihar ile ulema-yı İslâmiye sırasına kaydetdik. Fakat dince ber-vech-i âtî (aşağıdaki gibi) size bazı malumat-ı icmâliye (özet bilgi) vermeğe borçluyuz.
Din-i İslâm’ın esası iki sözden ibaretdir. Biri Cenab-ı Hakk’ın birliğini tasdik etmekdir ki, Arapça “Lâ ilâhe illallah” kelâmıyla îrâd olunur. Diğeri Muhammed aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm hazretlerinin Resulullah olduğunu tasdik etmekdir ki, Arapça “Muhammedün Resulullah” kelâmıyla eda olunur. Evvelki söz ta’addüd-i (pek çok adet) ilâhîye (ilahlara) kâil (inanmış) olan müşriklerin itikadını reddeder, ikinci söz Muhammed aleyhi’s-selâm hazretlerinin peygamberliğini inkâr edenleri reddeder.
Millet-i Nasârâ (Hıristiyan milleti) müşrik olmadıklarından onlarla beynimizde ihtilâf ancak bu ikinci sözde olmak lâzım gelir. Lâkin beyne’n-Nasârâ ekanîm-i selâse (üçleme-telis) itikadi şâyi’ olup İznik Cemiyet-i Ruhaniyesi’nde dahi muvahhid olan Nasârâ’nın mezhebi reddolunarak ekseriyet-i ârâ (büyük ekseriyet) ile teslise karar verilmiş olduğundan evvelki söz üzerine dahi beynimizde bir nev’ ihtilâf peyda oldu.
Biz İznik Cemiyeti’nde ekseriyete müracaat olunmuş olmasına ta’accüb (hayret) eyleriz. Umûr-ı siyasiye (siyasi işler) tecrübeye müstenid olup ziyade re’y ise ziyade tecrübeyi mutazammın (içinde bulunduran) olduğuna nazaran ekseriyete müracaat maʼkül olur. Mesâil-i kelâmiye (kelâm meseleleri) ise kuvve-i zekâ ile hallolunur dakayık-ı umûrdan (ince ve derin işler) olup ezkiyâ (zeka sahipleri) dahi ağbiyâya (zekası yetersizler) nisbetle kalîl (az) olduğundan bunlarda ekseriyete müracaat câlib-i hata (hataya sebeb) olur.
Biz akâidimizin İlm-i Mantık denilen mizan ile tartılmasından ihtirâz (korkma-çekinme) eylemeyiz. Hesab ve Hendese fenlerinin mukaddimelerinde “kül, cüzden büyükdür”, “bir kendinden başka bir şey değildir”, “bir şey hem vâki’ hem gayr-ı vâki’ olamaz” gibi ulûm-ı müte’ârifeye (gerçekliği apaçık bilgilere) mugâyir (gayrı olan) itikadı kabul etmeyiz. Böyle bir âyet ve hadis olsa onu tevil (tatminkar izah) eyleriz. Fakat hikmet-i tabiiyede bedîhiyât-ı hariciye ile mahlût (karışık) olan delillere aldanıp da akâidimize halel getirmeyiz. Zira bu misillü delilleri hata ihtimalinden kurtarıp da ulûm-ı müte’ârife derecesine vardırmak kabil değildir. Binâen alâ-zâlik (bunlara binaen) “bir üçdür”, “üç birdir” itikadının reddinde asla tereddüd etmeyiz. Ama İsa (ala nebiyyinâ ve aleyhi’s-selâm) hazretlerinin babasız tevellüd eylediğine inanırız ve bir hekim-i tabiî çıkıp da babasız çocuk olamayacağını isbat edecek olur ise ona “lâ-müsellimu” [kabul etmeyiz] deyu mukabele eyleriz ve medâr-ı men’ olabilecek bir ihtimal-i aklî buluruz. Îrâd edeceği delillerin hiçbir vakitde ulûm-ı müte’ârife kuvvetinde (reddedilemez) olamayacağını biliriz. İlm-ı Mantık’dan cevâmi'(camiler) ve medârisimizde (medreseler) okunan kitablar hep Arapça ve mufassalcadır (tafsilatlı- geniş). Ancak küçük çocuklara okutulmak üzere yazılmış olan Mi’yâr-ı Sedad nam risale muhtasar (kısa) ve müfid (faydalı) olup onun bâb-ı râbi’ini (dördüncü kısmını) mütalaa ederseniz bu sözlerimi siz de tasdik eylersiniz. Bu risale ile beraber mekâtib-i rüşdiyemizde okunan bazı resâilin (risaleler-ince kitaplar) ve bir de Kur’ân-ı Kerim’in size gönderilmesi için Maarif Nezâreti’ne iş’ar (işaret-talimat) olunmuşdur. Her ne ise bu bahisden sarf-ı nazarla sadede gelelim.
Bâlâda mezkûr (yukarıda zikredilen) iki kelâmı kalben tasdik eden yani Cenab-ı Hakk’ın birliğine ve Hazret-i Muhammed’in peygamberliğine iman eyleyen kimse mümindir. Fakat müslim tanınmak ve lede’l-icab (icab ettiğinde) İslâm’ına şehadet olunmak için bu iki sözü lisanen söylemesi lâzım gelir. Gâibin mektubu dahi tekellüm (kelam-söz-konuşma) yerini tutar.
Ama lisanen bu sözleri söyleyip de kalben münkir olanlara münafık denilir ki, bu makûleler kâfir-i câhirden eşna’dır (apaçık kafirden kötüdür). Kalbindeki itikadın hilâfını söylemek şiâr-ı insaniyete (insanlık esaslarına) yakışmaz. İşte bunun için bir adama Müslüman olmak için cebretmek bizce memnû’dur. Zira nasihat ve dine davet insanın halâs (kurtuluş) ve saadetine hizmetdir. Cebr ise onu bulunduğu hal-i dalâletden eşna’ (daha kötü) bir hale komakdır. Bizim borcumuz nasihat ve mesâil-i diniyeyi telkindir. Hidayet ve tevfik ancak Allah Teala’nın işidir. Allah Teala hazretleri kimine hidayet eder ve kimini dalâletde bırakır. İşine karışılmaz ve işlediğinden sual olunmaz. Bizler ise her işimizden mesul oluruz.
Edyân ve mezâhibin (dinlerin ve mezheplerin) ihtilâfi hikmet-i bâliğa-i Samedâniye (Rabbani-Rahmani) iktizâsındandır. Bu dakikaları (incelikleri) iz’ân (işaretten anlamak) edersek Yavuz Sultan Selim’in hikâye-i meşhuresindeki nükteyi fehmederiz (anlarız). Şöyle ki, Yavuz Sultan Selim her muradını icraya muktedir bir padişah-ı azîmü’ş-şan (şanı yüce) olduğu halde Nasârâ’nın (Hristiyanların) Rumeli’de kesret-i nüfusunu (çoğalmasını) derpîş-i (göz önünde bulundurmak) mütalaa ederek bunları cebren Müslüman etmek tasavvurunda bulunmuş ise de ol vakit şeyhülislâm bulunan ve Zenbilli Ali Efendi deyu ma’ruf olan Ali Cemalî Efendi;
“Mademki onlar ra’iyyeti (idaremize razılığı) kabul etmişler, dinimizin iktizâsınca onların can ve ırz ve mallarını kendi can ve ırz ve malımız gibi muhafazaya borçluyuz. Bu yolda onlara cebretmek esas-ı dine dokunur” deyu ruhsat vermediği meşhurdur. Şimdi erbab-ı politikadan bazıları Ali Efendi’nin yolsuz taassubundan bahisle Yavuz Sultan Selim’in re’yinde (görüş-kanaat) isabet iddia ederler. Halbuki ahval-i politikiye vakit be-vakit tahavvül (değişim) eder hususâtdandır. Din ise payidar ve ber-karar olan bir emr-i şerifdir. Böyle mütala’ât-ı mahsusa ile kava’id-i diniyeyi (dini kaideler) yerinden oynatmak reva değildir. Binaenaleyh yine bir Yavuz Sultan gelip de öyle bir fikre zâhib (yanlış kanaat sahibi) olsa makam-ı mücîbden (icabeden makamdan) cevab Ali Efendi’nin cevabına muvafık olur. Yine sadede rücû’ edelim.
Ber-vech-i meşrûh (yukarıda şerh edildiği üzere) müslim olan kimseye Allah Teala hazretlerinin bir takım teklifi (borç-vazife) ta’alluk eder. Artık onları ulema-yı dinden ta’allüm (öğrenme) veya kütüb-i şer’iyyeden telâkki (anlama) eylemesi lazım gelir. Zira bu teklifi icra etmemekle eğerçi İslâm’dan çıkmış olunmaz, lâkin günahkâr olur. Bu teklifler namaz ve oruç ve zekât ve hac gibi Allah Teala hazretlerinin emreylediği ve katl-i nefs ve zina ve livata gibi nehy etdiği şeylerdir. Allah Teala’nın emrine imtisâl (uyma) ve nehyinden ictinâb (kaçma-sakınma) etmeyen kimse mümin-i fasık olup encâm-ı hali (son hali) meşiyet-i ilâhiyede (Allah’ın takdirinde) kalır, ya odur ki günahı kadar mu’azzeb (azap çeken) olup ba’dehû (daha sonra) nail-i na’îm-i cennet (cennet nimetlerine ulaşan) olur yahud Cenab-ı Hak mücerred lütf u keremiyle yahud büyüklerden birinin şefaatiyle veya kendisinin bir hayırlı ameli sebebiyle onun cümle günahlarını afv ederek asla azab eylemez. Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremi çok ve afv u merhametine nihayet yokdur.
Ma’bûd ile abd arasına girilmez. Bir Müslüman etdiği günahlardan tâib (tövbekâr) ve müstağfir (istiğfar eden) olur ve afvını niyaz eyler ise Cenab-ı Hak onu afv eder. Fakat kul hakkından be-gâyet (çok fazla) sakınmak lâzımdır. Zira kul hakkını dünyada alamaz ise rûz-ı haşrda (kıyamet gününde) ister ve öyle bir ümidsiz günde kimse hakkından geçmez. Cenab-ı Hak ise âdildir, mahlûkatın yekdiğerinden hakkını alıverir.
Kimesnenin kalbini kırmakdan sakınmalıdır. Aziz ve müntakim (intikam alan) olan Allah Teala kalbi kırık olanlara yardım eder ve çok defa zalimin cezasını ahirete bırakmayıp dünyada icra eyler. Kazarâ bir adamın kalbini kırmış olsan derhal ondan helâllik dilemelisin ki, intikam-ı ilâhîye hedef olmayasın ve en büyük günah olan katl-i nefse müeddi (canlı katline sebeb) olabilecek “duello” tabir olunur mukâtele-i gayr-ı meşrû’aya mecburiyet görmeyesin. Beni nev’ine (kendi cinsine) gadr-ı hiyanet şi’âr-ı İslâm’a hiç yakışmaz bir keyfiyetdir. Değil yalnız insanlar hakkında hayvanlar hakkında bile şefkatli olmalısın. İnsanın hayvanatdan azim (çok fazla) menâfi’i (menfaatleri) vardır. Onlar hakkında olan muamelesi daire-i meşrû’anın haricine çıkmamakdır. Bila-mûcib (icab etmediği halde) bir hayvanı incitmemelidir.
Bir süvari atına, mücerred (sadece) zâbitinden havf ile güzelce bakmak merdlik değildir. Merdlik, ancak ona canlı ve insan için menfaatli bir mahlûk olduğu için evlâd gibi bakmakdır.
Ehl-i İslâm’a göre en ziyade şayan-ı itina meselelerden biri dahi tehzîb-i ahlâkdır (ahlakı güzelleştirmedir). Mümin-i kâmil ahlâk-ı zemimeden (kötü ahlâk) müctenib (kaçınan-sakınan) ve ahlâk-ı hamide (güzel ahlâk) ile muttasıf (sıfatlanmış) olur. Ahlak-ı hamide için pek çok kitablar yazılmışdır. Tafsilâtı bi’l-müraca’a malum olur.
Fakat bu bâbda bir kaide-i umumiye beyan edebilirim. Şöyle ki, güzel huy iki hilkat-i zemîme arasında bir keyfiyet-i mütevassıtdır (ortadaki haldir) . Meselâ tevazu bir güzel huydur ki, bir tarafı kibir ve diğer tarafı zillet olup ikisi dahi ahlâk-ı zemîmedendir. İnsan ne kadar güzel huylu olursa ol kadar Cenab-ı Hakk’a takarrub (yaklaşma) eder. Maksad-ı aksâ (en güzel maksat) dahi takarrub ilallahdır (Allah’a yaklaşmadır).
Elhâsıl ahlâk-ı hamîde ile muttasıf olanlar her türlü mekârihden (mekruhlardan çirkinliklerden) selâmet bulur ve nail-i saadet-i ebediye (ebedi saadete nail) olur.
Ber-vech-i bâlâ (yukarıda açıklandığı üzere) ulûm-ı müte ârifenin (sağlam bilgilerin) hilâfi ve cemiyet-i beşeriyenin menâfi’ine münâfî (insan cemiyetinin menfaatlerine zararlı) nasihatlere teşebbüs eylemeyenler [için] maksad-ı aksâ ancak nâsın dünya ve ahiretde saadet bulmasıdır. Zâhiri bâtınına (içi dışına) uymaz işlerimiz yokdur. Emr-i din âşikârdır (dinin hükümleri apaçıktır). Binaenaleyh mektubumuzu ilâna dahi mezunsunuz (izinlisiniz). Veffakanî veffakakümullahu limâ yerdâhu ve’s-selâmu alâ meni’t-teba’a’l-hüda. [Eylül 1876]”
(Not: Parantez içindeki kelime karşılıkları yayınlayana aittir.)
Cevdet Paşa’mıza, bütün sevdiklerine ve diğer ismi şerifi geçen büyüklerimize rahmet ve mağfiret Ümit Meriç, İsmail Kara, A.Zeki İzgöer hocalarımıza da sıhhat afiyetle daha pek çok eserler nasib olmasını niyaz ediyoruz. Cevdet Paşa emsali âlimlerimizin çoğalması can u gönülden temennimizdir.
Orhan Alimoğlu