Dr. Burak ÇAKIRCA
Sinema, sanatların kaçıncısıdır tartışmasını bir tarafa bırakarak çok beylik bir cümle ile başlayalım. Sinema duygu ve düşüncenin aktarımı bağlamında bir faaliyet ise, bu faaliyetin en müşahhas haline Ortadoğu coğrafyasında rastlamak mümkündür. Daha net ve vurucu bir şekilde ifade edersek, bir filme konu edilen gerçeklik duygusunu en bariz biçimde bu coğrafyada görürüz ve izlediğiniz şey yalnızca bir senaryo grameri ile karelerin birleştirilmesi değildir. İliklerinize kadar hayatın kendisini yaşarsınız. Bunun sebepleri bahsi diğer olacak kadar fazla. Kısaca ve kabaca bir çatışma ya da duygu durumunun aktarılması ve hissettirilmesiyse sahne sanatlarında amaçlanan, karmaşa ve yoksunluğun, öteki olmanın, acı çekmenin ve iktidar ilişkilerinin tahakküm silsilesinin soluksuz senaryosu yaşanmaktadır bu topraklarda ve başarıyla aksettirilmesi de bundandır.
Nadine Labaki’nin yönetmen koltuğunda olduğu Kefernahum izleyiciyi zorlayan bir film. Çünkü çok ağır, çünkü çok zor ve çok gerçek. Yaşının kaç olduğunu bile bilemediğimiz Zein’in ve öteki olmanın hikayesi. Aile kavramının mevcudiyetini kaybettiği bir toplulukta Zein’in kendi ailesini kurmaya çalışmasının boğazlarda acı bir tat bırakan repliklerle örülmüş bir duygu seli. Hakikatte de Suriye’deki iç savaştan kaçan ve mülteci olarak yaşarken ve hiçbir profesyonel oyunculuk deneyimi olmayan Zein Al Rafeea’nın Lübnan sokaklarında yönetmen tarafından keşfedilmesi ve sergilediği muazzam performans filmi daha da büyük kılıyor.
İçerikten bahsedelim biraz. Zein, ailesinin kaçıncı çocuğu belli değil, bir kimliği bile yok. Sahar başta olmak üzere diğer kardeşlerini koruma çabasında olan küçük bir dev. Yönetmen Sahar üzerinden Arap sokağında kadının ve kız çocuklarının yaşadığı zorlukları öne çıkarma çabasında. Zein’in verdiği mücadele yalnızca ailesi için olmuyor bir yerden sonra. Hiç tanımadığı, teni farklı Jonas’a da babalık ya da abilik ediyor koşulsuzca. Ve Zein, başkaldırısı ile umut aşılıyor adaletsiz mahkemelere, cürümsüz mücrimlere. Kimliğin resmi makamların kodlamasından ibaret bir vesika olmadığı ve dahi onur, cesaret, bağlılık, adalet, zulme sessiz kalmamak gibi insani değerlerin toplamını oluşturduğuna iman ettiriyor sizi dişlerine bakarak 12 yaşında olduğuna inanılan küçük adam.
Kefernahum, ailesini dava eden bir çocuğun hikayesi. Dava konusu ise ailesinin onu dünyaya getirmesi. Böylesi bir vurgu hangi akışla makulleşebilir diye düşünüyor olabiliriz. Fakat film ebeveynlerin yaptıkları ya da yapmadıkları ile bir çocuğun ailesinden onu dünyaya getirmeleri nedeniyle davacı olmasıyla az bile yaptığını bize başarılı şekilde aktarıyor. Aile olmanın yalnızca çocuk sahibi olmaktan geçmediği ve dünyaya getirilen varlığın da bir insan olduğunun unutulmaması gerektiği temel vurguların başında geliyor. Film boyunca tek karede gülen bir çocuk, sorgulanması gereken ne kadar çok şey barındırıyor bünyesinde. İnsan acaba diyor, acaba aile evlatlarına yaptıklarının farkında mıdır? Vazgeçmiş, geri dönmüşler midir hatalarından? Yaşadıkları zorluklara direnebilmenin yolunun göz aydınlığı çocuklarından birinin bile gülümsemesi ile bir ferahlığa dönüşeceğini anlamışlar mıdır? Nedamet getirip, hayatın geri kalanını kurtarma derdinde olmuşlar mıdır acaba derken, sükut-u hayale uğruyor ve canımız acıyor daha çok. Anlık zevklerine duçar olmuş düşkünler, Zein’i ruz-i mahşerde tüm suçlarından azade kılıyorlar.
Labaki’nin üzerinde durduğu bir diğer önemli konu da mülteci ya da göçmen sorunu. Küreselleşme ile sınırların geçirgen hale gelmesi ve giderek yükselen milliyetçilik dalgası, ötekine bakışın daha kötücül hale gelmesine yol açmakta. Ülkemizde de ciddi bir yekûnu oluşturan ve azımsanmayacak bir topluluk siyasi olarak prim yapabilmek ve seçimlerdeki “başarıları” ile hazineden yardım alabilmek için göçmen ve mülteci meselesi üzerinden bahse konu varlıkların insan olduğunu unutuyor ya da unutturmayı görev addediyorlar. Zein ile yolları kesişen Digest ve Jonas üzerinden yönetmen öteki olmanın zorluğunu da yansıtmaktan geri durmuyor. Zein, öz vatanında parya iken, Digest yabancı bir ülkede kaçak olarak yaşamanın aslında nasıl da zor olduğunu gözler önüne seriyor. Ve şu soruyu sorduruyor insana: Türkiye başta olmak üzere zenofobi ile yoğrulan zihinlerin Kefernahum ve türevi filmlerden haberi var mı? Çok mu iyimserim dersiniz.
Günümüzün en zor meselelerinden biri zannımca göçmen ve mülteci sorunu. Medeniyetin beşiğinde ensar muhacirine kucak açtığı için insanlık hasıl oldu. Yaratılanı Yaradan’a bağlayan zihin zelil oldu da, bir yeri kendisine vatan edinmek isteyene zulüm geçer akçe sayıldı. Kefernahum Lübnan üzerinden yaşam tarzı, hayatın akışı gibi gerçeklerle mülteci meselesine dair de güzel cevapları olan bir film. Özellikle bu konuda finali ile ümitvar bir hale sahip.
Hülasa, insanı kendine getiren bir senaryo ile iyi kurgulanmış, her biri buram buram gerçeklik kokan, günümüzün sorunlarına değinen ve bunlara dair çözüm de vadeden bir film Zein’in hikayesi. İzledikten sonra, keşke demeyeceğiniz iki saat sunuyor size. Ve eğer sinemanın, stüdyolarda, bilgisayarlarda üretilen, vurdu-kırdıyla, yalnızca aksiyon ve macerayla ilgili bir şey olmadığına inananlardansanız Kefernahum’u izlemedikçe çok şeyi kaçırıyorsunuz demektir. Gerçekle tanışmak, onu hissetmek ve ebeveyn, göçmen, mülteci, açlık, yoksulluk gibi konularda kendinizi sigaya çekmek istiyorsanız Zein ve yaşadıkları size ayna olabilir. Kimsenin doğduğu için davacı olmayacağı dünyanın hasretiyle…