Cemâl ~ Cemel ~ Cümle Kelimelerine Dâir
“Sevgili babacığım
Cemalettin Dağlar’ın
cemîl rûhuna ithâf olunur…”
İnsan ömrü, Allâh’ın anâsır-ı erba‘a –su, toprak, hava, âteş– ve mevâlîd-i selâse –hayvanlar, bitkiler, mâdenler– gibi unsurlardan, parçalardan terkîb, takvîm ve teşkîl ederek yarattığı âlem cümlesindeki cemâli temâşâ etme müddeti değil midir..? Bu cümledeki cemâli doğru kavrayabilmenin yollarından biri de hîç şüphesiz “iştikâk”tır… Mefhûmlarla kelimelerin kurmuş olduğu âileler cümlesini bir arada müşâhede edebilme imkânı tanır, iştikâk… Töreli iştikâk ise, bu cümlelerden hareketle cemâlullâh yolunda temâşâ edebilmenin yol taşlarını döşeyip yerlerine yerleştirir…
Bu deneme, bizâtihî cemâldeki bütünlüğe ve bütünlükteki cemâle dâirdir… Bunu tesbit ve teşhis yoluna c(îm)–m(îm)–l(âm) harflerinden teşekkül eden masdardan çıkıp türeyen üç kelimenin refâkatıyla çıkılacaktır…
Cemâl, “güzellik; yüz güzelliği; güzel yüzdeki güzellik; güzel yüz” anlamlarına gelmektedir…
Cemel, “erkek deve; buğra” demektir; cemelin dişisine “nâka” denmektedir…
Cümle, “çeşitli unsurlardan oluşan bütün; ahâlî, halk, cemiyet; özne, yüklem, nesneler, tamlayıcılar ve edatlar gibi unsurlardan kendi içinde bir bütün oluşturan dil yapısı” anlamlarında kullanılmaktadır…
Cemâl, –bedevî yâhut hadarî– Arapların cemelde de gördükleri güzelliktir… Cemâl, cümlenin güzelliğidir ve de ancak cümlede görülebilir… Cemâl, ayrı ayrı parçalardan ve unsurlardan ziyâde, tüm parçalardan oluşan bütündeki ve tüm unsurların oluşturduğu cümledeki güzelliktir…
Cemel, ilâhî cemâl aynalarından biridir; –Arap şiirinde de– cemâlinden bahsedilmiş olan bir binek hayvânıdır… Cemel, cemâli gösteren güzellik eşyâları taşıyan bir vâsıtadır… Cemel, cümle katarındaki kelimelerden ve unsurlardan her biridir; bu unsurların yerli yerinde olmasıyla cümle cemâli yansıtan bir bütün hâlini alır…
Cümle, cemâlin aynasıdır; cemâl, cümlede cilvelenir… Cümle, cemâle ulaştıran bir vesîledir; zîrâ, birlik ve bütünlük, güzelliği görülebilir ve algılanabilir kılar… Cümle, her biri cemâlin parçalarını bir araya getirip anlaşılır kılan unsurların bütünüdür… Cümle, cemâl-i lisânînin –söz güzelinin– cilvegâhıdır; cümle unsurları kendi yerlerini bularak bir araya geldiğinde “söz güzeli” tecellî eder…
Cümle, bir cemel katarı, cemeller bütünüdür; cemelleri birbirleriyle âhenk içerisinde yürüyen bir kervândır… Cümle, nice renkli mânâlarla ve nice güzel mazmûnlarla yüklü bir cemel kervânı…
Bu noktada, bu kelimelerden müştakk –türemiş– “cemîl” ve “cemîle” kelimelerinden de bahsetmek yerinde olacaktır; zîrâ, cemâl ve cümle kavramlarını görünür kılan şey, bu sıfatları taşıyan varlıklar ile o varlıkların eylemleri ve hareketleridir…
Cemîl, “cemâl sâhibi; güzellik sâhibi, güzel –erkek-” anlamındadır; erlik bildiren, müzekker bir kelimedir… Cemîl, Resûlullâh –aleyhissalâtu vesselâm– efendimizin “İnnellâhe cemîlun yuhibbu’l-cemâl. (Muhakkak, Allâh güzeldir, güzelliği sever.)” müjdesinde de beyân edildiği üzere, Allâh’ın isimleri arasında sayılır…
Cemîle, “cemâl sâhibesi; güzellik sâhibesi, güzel –kadın-” anlamının yanında, “güzellik hissini ve fikrini besleyen eylem; güzelliğe vesîle olan hareket; güzel davranış; hediye” anlamlarında da kullanılmaktadır…
Cemeldeki cemâl…
Çöl, Allâh’ın celâl sıfatının bir cilvegâhı ise, cemel de cemâl sıfatının bir tecellîgâhıdır… Cemel, sert ve kızgın çöl şartlarına en çok sabır gösterebilen binek olma husûsiyetiyle de cemâlin cilvegâhı sayılır… Zîrâ, denilebilir ki:
Celâle sabreden, cemâle nâil olur; celâli cemîle sayan, cemâlin aynası olur…
Cemel, uzak memleketlerden kokusuyla, tadıyla, rengârenk cemîleler –hediyelik, güzel eşyâlar– taşıyıp getiren, bu husûsiyetiyle de insanlar arasında cemâl ümîdi ile cümle –birlik, bütünlük– olma temâyülünü artıran unsurlar arasındadır –meselâ, sârbân ve sârbânbaşı da öyledir-…
Cemele –ve umûmî olarak da deveye– cemâl nazarıyla bakılır; hele de ülkeler arası –beldeler arası– ticârete çok ehemmiyet veren Arapların gözüne, her bir cemelin –devenin– nasıl cemîl –güzel– göründüğünü tahmîn etmek zor olmasa gerektir… Her bir cemel, sırtındaki yüküyle, kervan sâhibi tüccârın gözü gibi sakındığı ve nazara gelmesinden korktuğu, izâfî bir cemâlin sâhibidir…
Cemel, süslü “havut”uyla, yâni –hörgücünü de gizlercesine– sırtına takılan süslü koşum takımıyla bir cemâli yansıtmaktadır… Cemel, cemâl taşıyıcısıdır; Arap şâirlerin hayal dünyâlarında, sırtındaki “hevdec” adı verilen mahrem mahfilde –kafeste– taşıdığı cemîl kadınların –aynı zamanda– cemâlini taşıdığı için de bir cemâl unsurudur…
Arap edebiyâtında güzel bir insânın, sevgilinin, cemele –yâhut deveye– de benzetildiğine şâhit olunmaktadır…
Cemelin –buğranın– dişisi nâkaya, konargöçer Türkler arasında “maya” denmiştir ki meselâ “Bin buğra getürün kim maya görmemiş ola.” cümlesiyle, Dedem Korkud Kitâbı’nda da geçtiği görülmektedir… Anadolu ağızlarında etine dolgun, görklü, gösterişli, güzel giyimli kadınlar için söylenen “maya gibi kadın” tâbîri, devenin –cemelin-, Türkler arasında da güzellikle –cemâlle– alâkalı bir teşbîh unsuru olarak kullanılmış olduğunu göstermektedir…
Kezâ, bir çölde, bir çöl tepesinin eteklerinde kıymetli yükler taşıyan bir cemel kervânının, yere yansıyan gölgesiyle birlikte, –uzaktan bakıldığında– âdetâ güzel bir gerdanlık görüntüsü arzettiğini de bu bağlamda dile getirmek güzel olacaktır…
Cümledeki cemâl…
Her biri cemîl bir yüzden müstakil olarak düşünüldüğünde, yüzün unsurlarının yâhut uzuvlarının ayrı ayrı cemâlinden bahsedilebilir mi..? Bir yüzdeki aslî yerinde değil de, meselâ altın bir tabakta bulunan bir gözün, bir dudağın, bir burnun, bir kulağın, bir yanağın yâhut bir benin cemâlinden bahsetmek mümkün müdür..? Veyâhut bu yüz uzuvlarının, aslî yerlerinde değil de yüzün başka bir yerinde bulunmaları –ya da hîç bir yerde bulunmamaları– durumunda yüzün cemâlinden bahsetmek imkânı var mıdır..? Tabîî ki hayır… Demek ki, cemâl, ancak cümle –bütün– içindeki yerinde öz vasfını taşıyabilir; demek ki yerinde bulunmayan bir parça, cemîl de sayılamaz…
Gökler, her biri kendi mecrâsında şaşmadan ve sapmadan akıp giden güneş, ay, yıldızlar, gezegenler gibi unsurlarını taşıyan bir cümledir; yer, her biri yerli yerince yaşayan ve ancak kendi istikâmetinde gezen, yürüyen, koşan mahlûkâtı taşıyan bir cümledir… Ve âlemler; her biri kendisine tâyîn edilen yerde ve kendisine tâyîn edilen vakte kadar birbirleriyle tam bir âhenkle yaşayacak olan, doğum ve ölümle mukayyet mevcûdâtın yekpâre cümlesidir… İşte cemâl, bu büyük cümlede tecellî etmektedir… Bu büyük cümledeki cemâli görmeye çalışmayan nankör göz, celâle müstahak olur…
Cemâl, dilin güzellik kazanmaya başladığı, yâhut dilin güzelliğinden bahsedilebilmesinin mümkün olduğu en küçük yapı sayılan cümlenin güzelliğidir… Münferiden isimlerin, sıfatların, fiillerin, zarfların, edatların cemâlinden değil de onların özne, yüklem, nesne ve tamlayıcı gibi dil unsurları olarak teşkîl ettikleri cümlenin cemâlinden bahsedebilmek daha mâkul ve daha mâruf sayılmıştır… Meselâ, edebî ifâdelerin doğruluğu –sıhhati, fesâhati– yanında güzelliğini –hüsnünü, cemâlini– de ele alan “belâgat” ilmine göre “kelimenin belâgatı”ndan değil de “kelâmın belâgatı”ndan bahsedilebilir; yâni, ayrı ayrı kelimelerin ve unsurların cemâlinden değil de bütün bir kelâmın ve cümlenin cemâlinden bahsedilebilir ancak…
Cümle, tüm unsurlarıyla âdetâ bir cemel katarıdır; âdetâ tüm cemellerin yekûnunu teşkîl eden bir ticâret kervânıdır… Cümledeki her bir cemîl unsurdan birisi, âdetâ cemel gibidir; her biri bir cemel mesâbesinde olan özne, yüklem, nesneler, tamlayıcılar ve edatlardan oluşan cümle katarının –cümle kervânının– cemâlinden bahsedebilmek, ancak, cümle unsurlarının her birinin yerli yerinde bulunmasıyla, birbirleri arasındaki nisbet ve tenâsübün cemîl vasfını taşımasıyla mümkün olabilir… Cümle katarının cemel unsurları, –şifâhî yolla– bir ağızdan bir kulağa yâhut –kitâbî yolla– bir elden bir göze, cemîl “mânâ-murâd-mazmûn” yüklerini taşırlar… Meselâ, Nedîm’in
Mest-i nâzum ~ kim ~ büyütdi ~ böyle bî-pervâ ~ seni
Kim ~ yetişdürdi ~ bu gûne servden bâlâ ~ seni
Bûydan hoş ~ rengden pâkîzedür ~ nâzük tenün
Beslemiş ~ koynında ~ gûyâ kim ~ gül-i ra‘nâ ~ seni…
mısrâlarındaki cümlelerde akıp giden cümle unsurlarının her biri, âdetâ bir cemel katarındaki âhenkli yürüyüşleriyle ses ve sûret veren cemellerden biri gibi değil midir..? Cümlelerin, Yahyâ Kemâl’in
Mevsim ~ iyi ~ kâinât ~ iyiydi
Yıldızlar ~ o yanda ~ biz ~ bu yanda
Hulyâ gibi hoş geçen zamanda
Sandım ~ ki ~ güzelliğin ~ cihanda
Bir saltanatın güzelliğiydi…
mısrâlarında bir cemel katarı misâli yürüyüşü, akışı bir cemâl-i lisânî –dil güzeli-, bir edebî cemâl değil midir..?
Anlaşılmaktadır ki, şâirler de, âdetâ bir cemel kervânını yâhut bir kervân cümlesini büyük bir san‘atkârlıkla idâre eden bir sârbânbaşı, bir kervanbaşı gibidir…
Cümlede rahmet vardır…
Rahmet, cemâlullâhın, cemâl-i İlâhî’nin cümle üzerindeki tecellî ve tezâhürüdür… “Fi’l-cemâ‘ati rahmetun ve fi’l-firkati ‘azâbun. (Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.)” hadîs-i şerîfi de işâret etmektedir ki, insanların cümle ve cemiyet hâli ictimâî cemâle –rahmete– vesîle, tefrika hâli ise ictimâî celâle, zahmete –azâba– sebeptir…
Allâh, cemâlini, tefrika hâlini devâm ettiren müslüman topluluğun üzerinden çevirir… Öyle bir topluluk için artık zahmet devri başlamış olur; çünkü öyle bir topluluk, celâl-i İlâhî’ye müstehak olur…
İslâm târîhi metinlerinde, içinde cemel kelimesinin geçtiği belki de en elîm ve en çirkin tâbir “Cemel Vak‘ası”dır; zîrâ İslâm cemiyeti içerisinde müslüman cümlenin cemâline gölge düşüren, halel getiren ilk iç savaştır… Cemel Vak‘ası –mîlâdî 656-, “ayrılıkta azap vardır” îkâz-ı nebevîsinin sûret kazandığı ilk büyük fitnedir… Bu –maalesef-, cemel kelimesinin, mefhûmuna ve mânâsına en aykırı bir sûreti olarak kalmıştır…
İnananlar, ancak âhenkli bir cümle görüntüsü arzettiğinde ilâhî cemîlelere, güzelliklere, armağanlara, rahmetlere nâil olurlar; aksi hâlde dağınıklıkta ise, tüm bu güzelliklerden mahrum kalırlar…
İcmâl-i kelâm etmek gerekirse…
Cemâl, bütünün güzelliğidir ve de ancak cümlede temâşâ edilebilecek bütün bir güzelliktir… Cümle, cemâli temâşâ mahallidir… Cemel ise, cemâli temâşâyı murâd edinen yol erlerini cümleye taşıyan bir vâsıta, bir binektir…
Ezcümle, cemel cümleye, cümle de cemâle taşıyan vâsıtalardır… Parçalardan bütüne ve bütünden de güzele ulaşmaktır, aklını kalbinde taşıyan “ulü’n-nühâ”nın nihâyî gâyesi…
Cemîl Rabbimiz, cümlemizi cemâle ve cemâline vâsıl olan kullarından eylesin…
Vesselâm…
Abdülkadir Dağlar