Doç. Dr. Abdülkadir DağlarEdebiyâtTöreli Yazılar

KÜRKÜN YEDİĞİ

-Nasreddîn Hoca Şerhi - 11-

Kürkün Yediği

-Nasreddîn Hoca Şerhi – 11-

*

Zarfın, mazrufla alâkası nedir, nasıl olmalıdır..?

Vaktiyle bir yazımızda zarâfete dâir şunları söylemişiz:

“Zarâfet, mazrûfu kendine has zarfıyla sunma san‘atındaki ustalıktır… Zarâfet, her mazrûfun, kendine has bir zarfının olduğunu ve ancak kendi zarfında kâmil ve en güzel şekilde görünebileceğini idrâk etmektir…”

İnsânın kemâline delâlet ve işâret eden şey zarf değildir, belki mazruf da değildir –zâten mazruf görülemez de-… Ammâ, denilebilir ki, insanda kemâlin alâmeti zarâfettir…

Pekâlâ, zarâfet tende midir, canda mıdır..?

**

Rus atasözleri arasında rivâyet edilen şöyle bir söz var:

“Kişi, kıyâfetine göre karşılanır, bilgisine ve konuşmasına göre de uğurlanır…”

Bu, her zaman böyle mi olmalıdır..? İlmi, irfânı ve sohbeti herkesçe mâlûm olan şahıslar da mı kılık-kıyâfetine göre karşılanmalıdır..?

Duyulduğunda insan rûhunu sarıp kuşatan, rûhun hürmet ve muhabbet mecrâlarını açarak inşirâha vesîle olan töreli bir rivâyet ise şöyledir:

Hazret-i Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- efendimizin, sahâbesiyle birlikte sohbette bulunduğu meclise yabancı bir adam gelir ve sorar:

– Muhammed, hanginiz..?

Acabâ, ashâbından fark edilemeyecek derecede onlarla hemrenk ve hemâhenk olan Resûlullâh efendimiz, o esnâda nasıl bir kıyâfet içerisindeydi..? Ashâbı, varlıklılık bakımından derece dereceydi; meclisinde ve mescidinde çok zenginler de vardı, çok yoksullar da… O, bu çeşitlilikte, kıyâfetin îtidal noktasını nasıl ayarlıyordu..?

Hürmet, muhabbet, sohbet, sadâkat ve ferâgat mıydı, dostluğun nişânesi, yoksa, dâvet, şerâfet, zıyâfet ve kıyâfet miydi..? Veyâhut da tüm mazruflarını zarfının içerisinde edeb ve ahlâkla mühürleyip sırlayan zarâfet miydi, bu nişâne..? Gönül ehlince pekâlâ mâlûmdur cevâbı…

Bu denemede, kısmen bu sorulara cevaplar arancak, Nasreddîn Hoca’nın, yine mazmûnlar yüklü ve bir latîfesi şerh edilecektir; bir latîfe ki her safhası nüktelerle ve derslerle dopdolu:

***

Akşehir beyi, büyük bir toy tertîb eder… Hoca da dâvetliler arasındadır…

Günlük mûtad kıyâfetiyle dâvete icâbet eden Hoca, beyin konağına vardığında kendisine îtibâr edilmediğini, ancak görkemli kıyâfetlerle gelen dâvetlilere ise oturmaları için baş köşelerin gösterildiğini görünce haylice bunalır… Bunun üzerine hemen konaktan ayrılan Hoca, evine döner, kürkünü ile resmî kıyâfetini kuşandığı gibi tekrar konağa gider…

Bu hâliyle kapıda karşılanıp bey sofrasına buyur edilen Hoca, biraz sohbetten sonra yemeğe geçildiğinde, bir yandan bıyık altından gülerek ve bir yandan da kürkünü sofra üzerinde gezdirerek şu sözü tekrâr edip durur:

– Ye, kürküm, ye… Ye, kürküm, ye… Ye, kürküm, ye…

Hoca’nın, müstehzî gülüşüyle kürküne yemek ikrâm ettiğini görenler, derler ki:

– Hocam, kürk hiç yemek yer mi, neden ona yedirmeye çalışıyorsun..?

Hoca da bu soruyu bekliyormuşçasına cevâbını hemen yapıştırır:

– Meğer, îtibar bana değil de kürküme imiş… Eeee, yemek de onun hakkı, değil mi..!

****

Bu latîfenin mânâ, mefhûm, mazmûn ve nükteler tabakasında neler var; metnin bedenini –yâni maddî tabakasını– yarıp açarak anlamaya ve berâberinde metni şerh ederek anlatmaya çalışmakla hangi netîcelere ulaşılabilir..?

𝟎 Dâvet sâhibi zengin, kuvvetli ve kudretli bir bey de olsa, şer‘î ve örfî ölçüler içerisinde kal(ın)mak kaydıyla, dâvete icâbet sünnet-i seniyye sayılmaktadır… Hoca da bu sünnete uymak üzere, mütevâzı günlük kıyâfetiyle beyin dâvetine katılmıştır… Zîrâ, kıyâfette tevâzu da sünnettendir…

𝟏 “Hoca”dan murâd, artık tam mânâsıyla temellük edilmiş, melekeleşmiş hakîkî ilimdir, irfandır, hikmettir; Hoca, ferâset ve basîret timsâlidir… Hoca, dâvete gösterişli bir kıyâfetle değil de; irfânıyla, hikmetiyle, hoş sohbetiyle, nükteleriyle katılmak istemiştir… Fakat, maalesef her devirde görülebilecek, hoş olmayan bir tavırla karşılaşmış, mütevâzı kıyâfetinden ve görünüşünden dolayı da esâsında hakettiği alâkayı ve îtibârı ilk seferde görememiştir… Eeee, hocalık dâimâ, ihtiyâcı olana dersini vermeyi gerektirir; o, bu ders için de, kürkünü giyip yeniden meclise gelmiştir…

𝟐 “Kürk”, latîfenin beyân dâiresinde somuttan soyuta doğru sıralanacak olursa, mecâz, teşbîh, istiâre ve kinâye vâsıtaları kullanılarak çeşitli şeylerle ilişkilendirilebilir:

Kürkten murâd, cübbedir, hırkadır, abâdır, kaftandır, hil‘attır… Kürkten murâd, tendir, bedendir, boypostur, güzelliktir, görüntüdür… Kürkten murâd, makamdır, mevkidir, mertebedir, rütbedir, unvandır… Kürkten murâd, posttur, tahttır, koltuktur… Kürkten murâd, saraydır, köşktür, konaktır… Kürkten murâd, zenginliktir, asâlettir, çevredir, nâmdır, şöhrettir…

Kürkten murâd, akıldır, bilgidir, mâlûmattır… Kürkten murâd, fesâhattır, belâgattır, hünerdir, san‘attır, zanâattır… Kürkten murâd, nefs-i emmâre ve kimi zaman da nefs-i levvâmedir, nefs-i mülhimedir…

𝟑 Kürkten bir murâd da, hayvândır… Dolayısıyla, insan, içindeki hayvânî tarafını, yâni nefs-i emmâresini doyurmaya çalışır… İnsanda şehvet ve iştihâyı –iştâhı– sevk ve idâre eden nefs-i emmâre, doyumsuzdur, dâimâ tatmak, yemek, içmek ve doymak ister…

İçleri hikmetle dolu olanlar ancak, bu hakîkatın farkında bulunabilirler… Ancak onlar, nefsi değil de rûhu doyurmanın yollarına düşerler… Çünkü, rûh tatmîn edildiğinde ancak, nefis de mutmain olur…

𝟒 Kürk, yâni yeme-içme sâyesinde ayakta kalabilecek olan beden, insânın hayvânî-fânî olan tarafıdır; kürk ölür, ancak kürkün içinde, kürkü kıymetlendiren Rahmânî tohum olan muhabbet –ve türevi cevherler– yaşamaya devâm eder…

Nitekim, Yûnus Emre bunu çok veciz bir şekilde hulâsa eder:

Yûnus öldi diyü salâ virürler

Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez…

Ayrıca, muhabbetin yemeye, içmeye ihtiyâcı da yoktur; o, sâdece muhabbet ve zarâfetle beslenir, yaşar…

𝟓 Kürke kıymet verenler, kıymetini sâdece kürkünden alanlardır… Ancak zarâfetten nasîbi olan kimseler, kürke değil de kürkü giyene ve hattâ kürkü giyenin içindeki cevherî değerlere bakarlar; yâni, ancak zarâfetten nasîbi olanlar, zarfa değil de mazrûfa alâka gösterirler…

𝟔 Demek ki beyin dâvet meclisinde, îtibar, mazrûfa değil de zarfa imiş… O meclis, o beyin de bir aynası sayılır… Zâten Hoca da kürklü dersini, beyin zıyâfet sofrasında ve bizâtihî beyin kendisine vermek istemiştir…

𝟕 Hoca’nın mazrûfu, zarfından daha zengin, daha gösterişli ve daha zariftir… Onun bu zengin ve engin zarâfetini görmeye, ten gözü –kürk gözü– değil de cân gözü lâzımdır; o da maalesef, o konağın beyinde ve maiyyetinde bulunmamaktadır…

Allâhu a‘lem bi’s-savâb…

*****

Kürkün yediği nedir..?

Kürk, sâhibini yer… Kürk, gâfil muhâtabını yer… Kürk, beşerî münâsebetleri yer…

Kürk, cemiyetin en hassas terâzîlerini, en nizâmî mikyaslarını –ölçülerini– ve en hakîkî mi‘yarlarını –kıymet hükümlerini– yer bitirir, ortadan kaldırır…

Kürk, sâhibinin vakârını, ilmini, irfânını, fesâhatını, belâgatını; şerîatını, tarîkatını, hakîkatını, mârifetini; dikkatini, rikkatini, kemâlini, izzetini ve zarâfetini yer bitirir…

Kürk, muhâtabının insâniyetini, fütüvvetini, mürüvvetini; samîmiyetini, ihlâsını ve ihsânını yer bitirir…

Tabiî, bu bağlamda kasdedilen şey, kürkle birlikte aynı zamanda türevleri ve de kürkün mütemmim cüzleri olan şatafatlı ve gösterişli kıyâfet unsurlarıdır…

Zarâfet kürkte midir terkte midir..?

Zarâfet, bir gün, zarf(lar)ın da terk edilip göçüleceği şuûruyla yaşamaktır… Zarâfet, terki zor olana değil de terki kolay olana îtibâr etmek, terki zor olanı değil de terki kolay olanı tercîh etmektir… Zarâfet, her zarf gibi, kürkün de fânî olduğu idrâkini taşımaktır; zîrâ, bu fenâ dünyâsında terk edilecek ve bırakılacak olan şey, bedendir; o da, zâten toprakta çürüyecektir…

Dîvân şiirin zarif şâirlerinden Trabzonlu Figânî (ö. 1531), zarâfetini

Kabâ-yı atlas-ı çarha degişmem Tanrı hakkıy’çün

Bugün egnümde rindâne Figânî köhne şâlum var

beytinde dile getirmekte, gökyüzünün atlasından bir kaftan verseler de kanâatının köhne şâlına değişmeyeceğini söylemektedir…

Şiirin zariflerinden Vardar-Yeniceli Hayretî (ö. 1534) ise

Terk idüb Hayretiyâ tâc u kabâdan geçdük

Anca bu dünyede bir köhne kilîmün kulıyuz

derken, börkten ve kürkten ziyâde terke, yâni zarftan ziyâde mazrûfa kıymet verdiğini ifâde etmektedir…

Yine zarif şâirlerden Taşlıcalı Yahyâ (ö. 1582) da aynı minvaldeki

Cihân fânîdür ey Yahyâ Huve’l-Hayy u Huve’l-Bâkî

Degişmem atlas-ı çarha benüm bir köhne şâlum var

mısrâlarında, koca cihânın âkıbeti gibi, atlas kaftanların –yâni kürklerin– da geçici ve göçücü olduğunu söylemekte; köhne şallı nice kulların, atlas kaftanlı nice sultanlardan daha kıymetli olabildiğine îmâda bulunmaktadır…

******

Velhâsıl-ı kelâm…

Hikmet, zarâfetin yanındadır; diğer bir söyleyişle, zarâfet, hakîmlerin şiârıdır… Nasreddîn Hoca’nın da temsîl ettiği hikmetin alâmeti, zarâfettir… Zîrâ, zarâfet hikmetin zarfı ve kisvesidir…

Hikmet ve zarâfet âleminde, kürke îtibâr edilmez; kürk, câhillerin, gâfillerin, fenâ ve bekâdan bîhaber olanların, kaba-saba insanların, görmemişlerin ve görgüsüzlerin arasında kıymet bulur ancak…

Allâh, cümlemizi zarfa değil de mazrûfa yönelen ve zarâfeti gâye edinen kullarından eylesin… Allâh, cümlemizi zarâfetin timsâli olan zarif kullarıyla birlikte haşr u neşr eylesin…

Vesselâm…

Abdülkadir Dağlar

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu