
Cengiz İsmi Üzerinden
Töresiz Türklük Kurgulamak
“Cengiz adını
hasbelkader taşıyan
töreli insanlardan
yanlış anlaşılma ihtimâline binâen
peşînen özür dileyerek…”
Töresiz Türk olur mu..? Olmaz…
Töreden sapmışa Türk denir mi..? Denmez…
Türk’ü kimliksizleştirmenin, kişiliksizleştirmenin, yuvarlak ve dönek dünyânın global vatandaşı yapmanın en kolay yolu, Türk’ün altından töreyi çekmek, Türk’ü töresiz ve töreden bîhaber bırakmaktır…
Pekâlâ töre nedir..?
Töre, töre’nin tek ve mutlak yaratıcısı, kurucusu, koyucusu ve yaşatıcısı olan Allâh indindeki tek dîn olan İslâm’ın, Orta Asya’daki, yâni kadîm Mâverâünnehir havzasındaki, yâni kadîm Türkistan’daki adıdır…
Elhakk, töre Arapça’da “dîn” yâni İslâm; töreli yâhut Türk ise “mütedeyyin” yâni müslim demektir… Bu lisânî mes’eleden ötürüdür, kimi beldelerde “müslüman(lar)” anlamında “Türk(ler)” kelimesinin kullanılması; yoksa, sâdece bir özdeşleş(tir)me mes’elesi değildir, bu… Hulâsa, Türk, adını inancından, töreden yâni dînden alan millettir… O dîn ise, Âdem Safiyyullâh’tan Muhammed Resûlullâh’a ve günümüze kadar gelen “İnne’d-dîne ‘indellâhi’l-İslâm.” töresidir…
Cengiz ve Moğollar..!
Kaynaklarda Temuçin ve Çingiz diye de isimlendirilen Cengiz, 1162-1227 yılları arasında yaşamış, 1206 yılında ise Moğol İmparatorluğu’nu kurmuştur… Kurduğu güçlü orduyla, dünyâyı ele geçirip yalnız kendi yasalarını hâkim kılma hayallerinin peşinden koşturmuştur… Oğulları Cuci, Çağatay, Ögeday ve Tuluy’u da bu hayallerle yetiştirerek görevlendirmiştir…
Cengiz, rivâyeti kendi efrâdından ve etrâfından menkul sebeplere dayanarak, her biri devrinin büyük ilim-irfan ve töre merkezleri sayılan Otrar, Urgenç, Buhâra, Semerkand gibi töreli şehirleri 1219-1220 yıllarında eşi görülmemiş bir zulüm ve barbarlıkla yakıp, yıkıp ortadan kaldırarak Hârezm Hanlığı’nın sonunu (1231) getirmiştir… Bu şehirlerde bulunan ve her biri “töre târîhi”nin hâfızası ve hâtırası niteliğindeki medreseleri ve kütüphâneleri kullanılamaz hâle getirmiş, kütüphânelerdeki binlerce, onbinlerce kitâbı âteşe ve suya vermiştir… Meselâ, –İskenderiye kütüphânesinden sonra– devrin en büyük ikinci kütüphânesi sayılan Otrar Kütüphânesi’ndeki kitaplar, Seyhun ırmağının sularıyla akıp gitmiştir…
Oğlu Tuluy’un oğlu Hülâgû da aynı zâlimâne ve câniyâne barbarlığı, 1258 yılında töre’nin büyük ilim merkezlerinden Bağdat üzerinde gerçekleştirmiştir; Nizâmiye Medresesi etrâfındaki Bağdat kütüphânelerindeki binlerce, onbinlerce kitap da –maalesef– Dicle nehrinin sularına karışıp yok olmaktan kurtulamamıştır…
Hülâgû’nun bu kâfirâne zulmü, neredeyse beş asır sonra, İstanbullu Nedîm’in –sevgilisine hitâb ettiği– meşhûr şiirine bile böyle yansımıştır:
Tahammül mülkünü yıkdın Hülâgû Hân mısın kâfir
Amân dünyâyı yakdın âteş-i sûzân mısın kâfir…
Cengiz ile torunu Hülâgû’nun, töreyi ve töre medeniyyetini –yâni İslâm’ı ve İslâm medeniyyetini– hedef alan bu büyük cinâyetleri, töre ve Türk târîhinde yerleri aslâ doldurulamayacak olan çok büyük hâfıza kayıplarına sebebiyet vermiş, töre târîhinin tesbîti ve yazımındaki en büyük “kayıp halkalar”ın müsebbibi olmuştur… İşte o kayıp halkalar, Türk’ü, öz târîhini elâlemden, yâni –sıhhat dereceleri mechul ve tartışmalı– Çin, Moğol, Arap ve Avrupa târih kaynaklarından tamamlamayarak öğrenmeye mahkûm etmiştir…
Ya Haçlılar…
Vakit kaybetmeden söylemek gerekir ki, 11. asırdan günümüze kadar devâm eden Haçlı Seferleri de aynı hâfıza ve hâtıraya, yâni töre’nin hâfıza ve hâtırasına kastedegelmiştir… Töreye ve töreli olan her şeye hücum ve taarruzlar, hep aynı kin ve nefretten beslenegelmiştir:
Töreye, Hakk’a ve hakîkata ezelî düşmanlık…
Avrupalı Haçlıların, 1095-1291 yılları arasında Anadolu’yu ve Anadolu üzerinden töre’nin yâni İslâm’ın kadîm merkezlerinin en mühimlerinden olan Kudüs’ü ele geçirmek üzere yaptığı seferlerde, güzergâhlarında bulunan ilim-irfan şehirlerini yağmalama hevesleri, aynı hınçtan ve aynı şeytânî adâvetten beslenmiyor muydu..?
15. Asrın sonunda, töreli medeniyyet zincîrinin en güçlü halkalarından birisi olan Endülüs’e saldırıp o güzîde ilim-irfan beldesini ortadan kaldıran, Haçlı kimliği altındaki fitne, fesat, fücur, zulmet ve cehâlet şebekeleri, aynı şeytânî küfürden ilhâm almamışlar mıydı..?
Cengiz kâbûsunun kötü izlerini üzerinden atmaya çalışarak 13-16. asırlar arasında yeniden neşv ü nemâ bulmaya, yeniden toparlanıp töreyi hâtırlamaya çalışan töreli Türkistan medeniyyeti, 1550’li yıllardan îtibâren Haçlı Rus Çarlığı’nın istîlâsı altında aynı hâfıza kayıplarına mâruz kalacak; 1920’li yıllardan îtibâren de aynı azılı töre düşmânı zihniyetin bir nevi uzantısı sayılabilecek olan Rus komünizminin –bu sefer– kökten ve kesin bir ilgâ ve imhâ hareketiyle tâ derinden töre kaybına uğratılacaktı…
Ehl-i Salîb’in, yâni Haçlılar’ın, 1. Dünyâ Savaşı’nda Çanakkale’den ve diğer tüm cephelerden saldırarak, töre medeniyyetinin son büyük kalesi sayılan Osmanlı Devleti’ni parçalama ve bir daha dirilmemek üzere tamâmıyla ortadan kaldırma girişimleri, töre ağacının dibine kibrit suyu dökmek değil miydi..?
1992-1995 yılları arasında, Haçlılar denilen “tek dişi kalmış canavar”ın Sırp ve Hırvat yavrularının, sahte medeniyyet Avrupa’nın göbeğinde, Balkanlar’da, töre medeniyyetinin beşerî ve medenî izlerini taşıyan Saraybosna ve Srebrenitsa’da yaptığı işgal ve katliamları aynı çerçeveye dâhil etmeyecek miyiz..?
ABD’nin –tıpkı Cengiz’de olduğu gibi– rivâyeti kendi istihbârâtından menkul düzmece sebeplerle, 2003 yılında saldırdığı Bağdat’ta ilim-irfan ve mîmârî unsurlarıyla birlikte bütün bir töreli medenî hayâta yönelik hâfıza ve hâtıra tahrîbâtı, modern zaman Haçlı zihniyetinin bir işâreti sayılmaz mıydı..?
Ya baba-oğul Esed’lerin son 50 yılda Sûriye’deki töreli ilim-irfan merkezlerine yönelik tahrip ve imhâ taarruzları, bütün bunların bir devâmı niteliğinde değil miydi..?
Dahası… Dahası… Ve daha neler neleri… Bunların hepsinin istisnâsız tek bir amacı vardı:
Töreyi yâni İslâm’ı hâtırlatan bütün izleri silip yok etmek…
Türk çocuğuna Cengiz adı neden koyulur..?
Moğollar Türk müdür, Türkler Moğol mudur..? Aynı bölgede yaşıyor olmak, o kavimler ve kabîleler arasında belki bâzı beşerî ve kültürel alışverişler içerisinde bulunmayı bir ölçüde zorunlu kılmış, bu bakımlardan çeşitli benzeşmelere de yol açmış olabilir… Ancak, ne olursa olsun, Türk başka, Moğol başkadır; Cengiz ise, töreli bir adam değildir, töre’nin ve Türk’ün düşmânıdır…
Töreli bir müslümânın, çocuğuna Yezîd adını vermesi ne kadar doğru ve münâsip olabilir..? Bu hassâsiyetten kıyasla, bir Türk’ün, çocuğuna Cengiz adını koyması, töreye ne kadar münâsip düşer; bu, ne kadar töreli bir hareket olabilir..?
“Cellâdına hayranlık” kabîlinden şuursuz bir hareket midir, bu, yoksa sahte bir târih tasavvuru ile düzmece bir ulus inşâsı hesapları çerçevesinde milletin müşterek şuûraltına derinden işlenen töresizliğin câhilâne ve gâfilâne bir tezâhürü müdür..? Bilhassa, Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve bakıyyesi topraklarda, Cumhûriyet devrine kadar neredeyse yedi asır işitilmesi zor ve muhâl olan bu isim, Cumhûriyet devrinde neden çocuklara verilmeye başlar..? Anlamak ve yorumlamak zor olmasa gerektir…
Âşikâren mâlûmdur ki, resmî ideolojinin dil, târih, kültür ve bilim hayâtına yön ve şekil veren töresiz zümreler, töre ve töreye dâir her şeyle birlikte “töre târîhi”nin üstünü bir daha açılmamacasına örtme telâşı ve gayreti içerisinde olagelmişlerdir; tıpkı, Cengiz’in, Hülâgû’nun ve diğerlerinin yapmaya çalıştıkları gibi…
Meselâ, vagonlar dolusu kitap ve belge, hurda kâğıt fiyatına Bulgaristan’a neden satılır; sebebinin îzâhı mümkün müdür..? Yüzlerce târihî-mîmârî eser, kitâbeleriyle binlerce, onbinlerce mezar taşı ve şâhide, açılan yeni yollara ve meydanlara kurbân edilmemiş miydi..? Vesâire vesâire…
Aynı şekilde, bu ideoloji mensuplarının, Türk târîhini, töreye değil de, yoğun bir şekilde töre dışı başka unsurlara, şartlara ve sebeplere bağlama çabası dikkatleri hep çekegelmiştir… Ezcümle, belgesizlikten ve bilgisizlikten de kaynaklanarak üstü örtülmek istenen hakîkat ise şuydu:
Türk târîhi, töre târîhidir, töre’nin ve törelilerin târîhidir.…
Söylemek gerekir ki, töreli milletin yüzlerce yıllık derin şuûraltında, tıpkı Yezîd gibi, Cengiz ve Hülâgû da, tek ve mutlak töreye ve töre târîhine düşmanlıkla özdeşleşmiş isimlerdi… Bu iki isimden, Cengiz şahsında bir sembolleştirme yapılmaya çalışıldı; ancak, bu deneme, bir dönem başarılı olduysa da, yeniden canlanmaya başlayan töreli duruş karşısında daha fazla direnemeyerek eski îtibârından düşüverdi…
Töre’nin yegâne sâhibi Allâh’tır…
Allâh, mahlûkâtı yaratmıştır ve türetmektedir; koymuş olduğu töre istikâmetinde mahlûkâtı belli bir vakte kadar yaşatacak olan da Allâh’tır… Zîrâ, töre, Allâh’ın yaratma ve yaşatma ilkesinin adıdır…
Hiçbir beşerî güç, töreyi ve töreli olanları tamâmen ortadan kaldırmaya icâzetli değildir; çünkü “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-‘aliyyi’l-‘azîm.”, mutlak ve muhakkak bir hükümdür… Hâl böyleyken insâna ne oluyor..?
Haydi diyelim, küfür ehli, kâfir oluşları mûcebince töre güneşinin üzerini örtmeye, sıvamaya, kapatmaya çalışıyor; pekâlâ, törelilere, yâni müslümanlara ne oluyor..?
Töresizler ve töreyi yitirmişler her zaman var olacaktır… Onlara karşılık, töre’nin töreli muhâfızları da dâimâ yaşayacaktır… Törelilerle töresizlerin arasındaki çatışma, bir Hakk-bâtıl mücâdelesidir; mutlakâ, Hakk gâlib gelecektir; zîrâ, “Lâ gâlibe illallâh.”tır… Törelilere kesin müjdedir ki, “Vallâhu mutimmu nûrihî velev kerihe’l-kâfirûn.”…
Hâsıl-ı kelâm…
İsim seçimi önemli… İsim modasıyla yapılan yönlendirmelerin istikâmetini tâyin ve tesbit de en az isim seçimi kadar ehemmiyet arzetmekte…
Her dâim ayık ve âgâh olmak zorundayız…
Vesselâm…
Abdülkadir Dağlar