Mustafa ArslanoğluTöreli Yazılar

Adâlet Emânet ve İhânet

Adâlet Emânet ve İhânet

Yeryüzü düzeninin insanca, hakça işleyebilmesi için, adâlet ve emânet anlayışının gönüllere ve içtimâi hayâta hükmetmesi gerekir. İslâm dininde bu uygulama ibâdet hükmündedir.

Hayrı yapan, iyiliğe vesile olan ve yaşatan, hem dünyasına hem de âhiretine mânevî yatırım yapmış olur.

“Devletin dini adâlettir.” sözü derin mânâ içeren özlü bir ifâdedir. Devlet güneş gibidir, ışığını ve sıcaklığını herkese hak ettiği şekilde sunmalıdır.

Devlet, insan eliyle sosyal hayata nizam veren tüzel bir kimliktir. Devlet yetkililerin dini adâlet değildir ama, Devlet adına halka sundukları ve sağladıkları her imkân “adâlet” esâsına göre olmalıdır.

Adâlet din değildir elbettte. Unutulmamalıdır ki, adâletsiz din olmaz. İslam dininin hayâta dâir bâzı esasları adâlettir, emânettir, ibâdettir, haktır, hukuktur.

Cuma günü camide “İmam-Hatip”in minbere çıkıp, hutbenin ardından duaların sonunda okuduğu bir âyet var.
İnsan ve toplum huzûru için mükemmel bir rehberdir bu âyet:

“Gerçek şu ki; Allah adâleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Yüz kızartıcı çirkin işleri, fenâlığı ve azgınlığı (her türlü haddi aşan işler) yasaklar. O, düşünüp ibret alasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 90).

İnsan ve toplum huzuru için, yazılarımda âyetlerden ve hadislerden istifâde yoluna gidiyoruz. Tıpkı töresözden, özlü sözden, şiir ve edebî ifâdelerden faydalandığımız gibi.

Allah âdildir. İnsan da devlet ve kurumları da adâletli olmalıdır.

Ölüm, adâlete en ibretli örneklerden biridir. Herkes ölecek yaştadır ve her can vakti gelince ölecektir.

Dünyaya geldik ve zamanı gelince de gideceğiz. Peki! Bu geliş gidiş arasında yok mu bir vazifemiz?

Var elbette! Vazifemiz var, emânet görevlerimiz var, imtihânımız var.

Bilmek lâzım!

Her ferdin ve her yetkilinin birbirine karşı sorumlulukları olduğu gibi, Allah’a karşı da görevleri var.
Ey insan unutma! Başıboş değilsin!

İşte Kur’ân’dan bir âyet:

“Şüphesiz ki, Allah; emânetleri mutlaka ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında (bir karar vermeye) hükmettiğiniz zaman adâletle hüküm vermenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor. Şüphesiz ki, Allah her şeyi işitendir, görendir.” (Nisâ, 58).

ADÂLET ve EMÂNET’i daha iyi anlamak için “kâlû belâ” diye de bilinen “bezm-i elest”e gidelim mi?

Kuran âyetini düşüne düşüne okuyalım:

“Rabbin Adem oğullarından -onların sırtlarından- zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkında şu sözleşmeye şâhit tutmuştu: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ ‘Elbette öyle! Şahitlik ederiz’ dediler. Böyle yaptık ki, kıyâmet gününde ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ demeyesiniz.“ (A’râf, 172).

Bu âyeti incelediğimizde; Allah’ın gelmiş ve gelecek olan bütün insanlara ruhlar aleminde veya yaratılış safhasında “iman etme” fıtratını işlediği, ahitnâme ve şehâdetnâme icrâsı âyetlerle sâbittir.

Nefis ve irade her insana verilmiştir. Buna göre dileyen insan irâdesini kullanarak Allah’a iman yolundan geçer, dileyen insan da verdiği söze sadâkat etmeyerek inkâr yolunu seçer. Âyetin son bölümünde ifade olunan; “Bizim bundan haberimiz yoktu” deme bahanesi kalmamıştır insanın.

Bu âyetin ışığında şunu söyleyebiliriz: herkes Allah’a iman etme fıtratına uygun olarak yaratılmıştır.

Herkes Müslüman olacak yaştadır.

İşte ilâhi adâlet!

İnsan fıtratını özel olarak incelemeye devam edeceğiz.

Diğer canlı ve cansız varlıklara Allah fıtrat vermiş yaşama kodlarını bu varlıkların özüne yerleştirmiştir. Âlemdeki bütün canlı ve cansız varlıklar fıtratlarına ve kendileri için takdir edilen düzene uyarak varlıklarını sürdürürler. Her bir varlık fıtratları gereği, kendilerine biçilen emânet görevini de yerine getirir.

Kuşların yuva yapma sanatını, yavrularını besleme ve büyütme mahâretlerini inceleyen bir insanın bu ilâhî dokunuşu görmemesi mümkün değildir.

Ördek yavrularının yumurtadan çıkar çıkmaz suya koşmaları, yüzme öğretilmediği halde yüzmeye hazır bulunmaları ilâhî sırların keşfedilmiş alâmetlerinden biridir.
Bu mânâda yeryüzünde varlık adedince örnek vardır.

Tekrar insana dönecek olursak; en donanımlı fıtrata sahip varlık insandır. İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.

Tîn Sûresi dördüncü âyette Allah buyuruyor ki:

“Biz insanı, gerçekten en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 4).

Bu âyette Allah bütün insanların şerefli şekilde yaratıldığını buyurmaktadır.

İnsan kendi irâdesiyle inkâr yolunu seçerse uğrayacağı âkıbet kendi tercihi ile olacaktır.
Böyleleri için Allah şöyle buyuruyor:

“Sonra onu, aşağıların aşağısına attık.“ (Tîn, 5).

Peki! “Kâlû belâ” sözleşmesine, ahitlerine bağlı olanların durumu ne olacaktır?

İşte cevap:

“Ancak, iman edip sâlih amel işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.“ (Tîn, 6).

Emânete sadâkat sonsuz mükâfatın yolunu açar. Allah cezâ ve mükâfat vermede hem âdil hem merhametlidir.

Allah, kullarına yapamayacaklarını emretmez, fıtratları dışında sorumluluk yüklemez.

Allah, yaratılışta iman ve irâde hürriyetini insana vermeseydi, onu hesaba çekmez, imtihan etmezdi.

Tîn Sûresi‘nin 7. âyeti bu hususa işaret ediyor:

“(Ey insan) Böyle iken hangi şey sana hesap ve cezâyı yalanlatıyor?”

Kendimize bâzı sorular sorsak iyi olmaz mı?

Meselâ, desek ki:

Ey insan! Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmaktan seni uzaklaştıran nedir?

Ey insan! Seni nefsine karşı mahkûm kılan nedir?
Ey insan! Yaratılışdaki güzelliği sana unutturan, seni yanlışa sürükleyen nedir?
Ey insan! Sana emâneti unutturan nedir?
Ey insan seni insanlara ve diğer canlılara karşı sevgiden, merhametten uzaklaştıran nedir?

Sorular uzar gider…

Unutmamak lazım!

Bizi Yaratan, ana rahminde büyüten, orada besleyen, dünyaya gelince şefkatli ve merhametli bir kucağa emanet eden, anne sütüyle besleyen, Allah değil mi? Bu gizemli yolculuğu, muhteşem deverânı var kılan, Allah değil mi?

Elbette Allah.

Yeryüzünü güzelleştirmek, geliştirmek, adâleti yaymak insanın vazifesi. Yeryüzünün düzenini korumak insanın görevi.

“Eşref-i mahlûkât” olmanın elbette sorumluluğu olacaktır.

“Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi.” (Ahzâb, 72).

Emanetin hakkını veren, onu sadakatle yerine getiren elbette mükâfat sahibi olacaktır.

“Yine o müminler, emânetlerine ve ahitlerine sadâkat gösterirler.” (Mü’minûn, 8).

İlahi buyruklara ve fıtratına ihânet edenler ise cezâ görecektir.

Sözün özü:

Neden adâlet, emânet ve yaratılış hikmetlerinden bahsetmeye çalıştık? İnsan olma erdemini yaratılışımızdaki yüceliğimizi unutmamak içindir.

Bilinmelidir ki;
İnsan, Allah’a yakın olduğu kadar, ahdine ve insanlara yakın; Allah’a uzak olduğu oranda da insanlardan uzaktır.

Kul olarak geldik dünyaya, bir kul gibi gitmeli;
Emânet şuûruyla ahde vefâ etmeli.

Mustafa Arslanoğlu

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu