‘Avn ~ ‘Ayn ~ ‘Ayân Kelimelerine Dâir
Töreli iştikâk kelimelerin hangi tözden türeyip türevlendiğinin izini sürmek değil midir..? İştikâk, kelimelerin menşe’ini, hangi öz kaynaktan kaynayıp ortaya çıktığını –ya da başka bir ifâdeyle– hangi kök masdardan sudûr ettiğini arama ameliyesine yardım etmek değil midir..? Menşe‘, masdar, töz, kaynak, öz… Kaynamak, ortaya çıkmak, yardım etmek… Ve sâire… Esâsında hep aynı kavramlar ve anlamlar dâiresinin kelimeleri…
Bu deneme biraz da bu mefhumlarla kelimeleri aynı mânâ zinciriyle birbirine bağlayıp zabt u rabt altına alma gâyesi gütmektedir…
‘Avn, “yardım, nusret” anlamındadır… Bunun yanında “yardım etme, yardımcı olma; yardım vesîlesi, yardım vâsıtası” anlamlarında da kullanılmaktadır…
‘Ayn, “göz” anlamındadır… Bu temel anlamının yanında “kaynak, pınar, göze, çeşme; menşe’, menba‘” anlamlarına da gemektedir… ‘Ayn, ayrıca bi’aynihî kelimesinde kendilik, bizâtihîlik, aslîlik kavramlarını karşılamak üzere de kullanılmaktadır…
‘Ayân, “apaçık, âşikâr; yalın, çıplak; ortada, meydanda, besbelli” anlamlarına gelmektedir… Târihî Türkçe metinlerde kelimenin “‘ıyân” şekli de kullanılmakla berâber günümüz Türkçe’sinde daha çok –besbelli, apaçık anlamındaki– “‘ayân beyân” ikilemesindeki hâliyle kullanıldığı görülmektedir…
Bu kelimeler birbirleriyle tanımlanmaya ve açıklanmaya çalışılacak olsa ortaya nasıl bir manzara çıkar, deneyip görmeye değer…
‘Avn, yâni yardım, bir kimseye ‘ayn olmaktır; yâni gerçek yardım, bir kimseye göz-kulak olmaktır… Meselâ, âmâ birisine –maddî-bedenî anlamda– yapılabilecek en büyük ‘avn, onun ‘aynı, gören gözü olup, ona yolunda, okumasında, yazmasında kılavuzluk yapmak değil midir… Zîrâ öyle buyurmuyor mu Resûlullâh –aleyhissalâtu vesselâm– efendimiz: “Görmeyen kimsenin gözü olman, senin için bir sadakadır.”…
‘Avn, eksilen, yokluğu hissedilen bir şeyin ‘aynîsini –aynısını– tedârik etmek, sağlamak, yerine koymaktır… Bu anlamda en kıymetli ‘avn, ‘aynî olandır –‘aynî yardımdır-…
‘Avn, ‘ayna ‘ayân olan, göze gözüken, gözle görülebilen açık yardımdır…
‘Avn, ‘ayân bir şekilde ‘aynına göstermektir… Muğlak ve mübhem meseleleri ‘ayna –göze– gözükebilecek şekilde ‘ayân sâhasına indir[ge]mek, yâni anlaşılır kılmak en mühim yardımlardan biri değil midir… Bu anlamda akl-ı me‘âdın kavrayabileceği bir şeyi akl-ı me‘âşın seviyesine indir[gey]erek açıklamak, âşikâr kılmak, meydâna çıkarmak –yâni ‘ayân hâle getirmek-, büyük bir yardımdır –yâni ‘avndır-…
‘Ayn, yâni göz, insan –ve hayvan– bedeninin işleyiş ve eyleyişine –iş ve eylemlerine-yardımcı olan, Allâh’ın kullarına en büyük ‘avn ve ihsanlarından biridir… Zîrâ Allâh, el-Mu‘în’dir, yâni yardım eden (‘avn), göstererek yardım eden (‘ayn), yolunu ve doğrusunu göstererek yardım edendir (‘ayân); ezcümle Allâh, ‘ayna –göze– ‘ayân kılarak ‘avn edendir…
‘Ayn, akl-ı me‘âşa bahşedilen hissî ‘avnların başında gelir; denilebilir ki akl-ı me‘âş evvelâ ‘ayndan ‘avn alır…
‘Ayân, ‘ayna –göze– açıkça gözüken, ‘aynın görebildiği şeydir… ‘Ayân, ‘ayn vâsıtasıyla görülebilen şeydir… ‘Ayân, ‘ayn sâhibinin, başkasının ‘aynına gösterebildiği şeydir… ‘Ayân, ‘aynın açıklığıdır, ‘ayndan beslenen ‘akl-ı me‘âşın görüş ve algılayış açıklığıdır… Bir şeyin ‘aynı –‘aynî şekli-, yâni hakîkî ve aslî şekli veyâhut hakîkî keyfiyeti ancak ‘ayân hâlinde görülebilir…
‘Ayân, ‘ayna –göze– sunulan bir ‘avndır –yardımdır-; yâni, bir şeyin ‘ayân –kılınmış– olması, ‘ayn sâhiplerinin o şeyle sahîh alâka kurabilmesi, o şeye dâir değerlendirme ve yorumlama imkânı bulabilmesinin temel şartıdır… Bir özge nazardan, ‘ayân, ‘avnın ‘ayn noktasından görülebilmesidir; zîrâ, ‘ayn sâhibinin bir ‘avnı fark edip görebilmesi, o ‘avnın ‘ayânen –âşikâr olarak– meydanda olup algılanabilmesine bağlıdır…
‘Ayn ve ‘ayân masdar kelimelerinden müştakk –türeyip türevlenmiş– şu iki kelime de bu meselenin biraz daha açık hâle gelmesine yardımcı olacaktır: Ta‘yîn, mu‘ayyen…
Ta‘yîn, “belirlemek; görülebilecek şekilde göz önüne getirmek; daha açık ve anlaşılır kılmak”; –onun ism-i mef‘ûl sîgasındaki hâli olan– mu‘ayyen ise, “belirli hâle getirilmiş; gözlerin görüşüne ve dikkatine sunulmuş; meydâna çıkarılmış” anlamlarındadır…
Öte yandan, ‘avn masdarından müştakk olan mu‘âvenet ile –onun ism-i fâ‘il sîgasındaki hâli olan– mu‘âvin kelimeleri de bu kavramlar dâiresinde yeni anlam alanlarının açılmasına yardımcı olacaktır… Mu‘âvenet, “yardımlaşmak”, mu‘âvin ise “birbirine yardım eden; yardımcı” anlamlarına gelmektedir…
Meselâ, bir idâreciye mu‘âvin olarak ta‘yîn edilen kimse, o idârecinin ‘aynı –yâni gören gözü– olmuş sayılır… ‘Ayn nazarından bakıldığında mu‘âvenet –yardımlaşma-, aynı zamanda “birbirini görme ve gözetme” anlamını zımnında bulundurmaktadır… Yine ‘ayn ile görmek bağlamında mu‘âvin kelimesine, “iş gören, iş görücü” anlamını vermek mümkündür…
Gelinen şu noktada, ‘ayn ve ‘ayân köklerinden türemiş, “görünme; belirme; meydâna çıkma” anlamlarını taşıyan ta‘ayyün kelimesine de ayrıca temâs etmek yerinde olacaktır… Töreli yaratılış telakkîsini şekillendiren tasavvufî-kevnî âlem nazariyâtına göre fıtrat mâcerâsında ta‘ayyün mefhûmunun yeri mühimdir… Buna göre Zât-ı Ehadiyyet’in ta‘ayyün etmesiyle –belirmesiyle– hılkatın tözü –yâni cevheri– yaratılmış, sonrasındaki ikinci ta‘ayyünle de bu tözden mahlûkâtın türeyiş ve türevlenişi başlamıştır… İlk ta‘ayyünle Allâh, adem –yokluk– sâhasından vücûd –varlık– sâhasını yaratmış, ikinci ta‘ayyünle de bu vücûd sâhasını her birini kendi zâtına ayna kıldığı sonsuz mevcûdât –yâhut mahlûkât– ile doldurup donatmıştır… Böylece Allâh, el-Bâtın ismiyle müsemmâ ve nihân iken ‘ayân sâhasında âşikâr olmaya, ez-Zâhir ismiyle de insânın ten ‘aynına olmasa da cân ‘aynına –gönül gözüne– gözükmeye başlamıştır… Şunu söylemek gerekir ki ikinci ta‘ayyün süreci el’ân devâm etmektedir ve ebediyyen devâm edecektir…
Kezâ aynı minvalde, ‘ayn kelimesinin “kaynak, pınar, göze, çeşme; menşe’, menba‘” anlamlarından hareketle, ta‘ayyün kelimesi “öz menba‘ından kaynayıp ortaya çıkarak göze görünmek” şeklinde de tanımlanabilir [Tabiî, bu arada Arapça ‘ayn kelimesine karşılık, Farsça’da çeşm, Türkçe’de ise göz kelimelerinin bulunmasının sıradan bir tesâdüf olarak karşılanamayacak kadar derin bir kavram iştikâkına ihtiyaç duyduğunu söylemek îcâb eder.]… Zîrâ, yukarıda bahsedilen nazariyâta göre, Allâh kendi zâtından yeşil bir cevher yaratmış (ta‘ayyün-i evvel), o cevhere muhabbet nazarıyla bakınca (ta‘ayyün-i sânî) cevher kaynamaya başlamış, bu kaynamanın coşup taşarak ve akıp giderek sürmesiyle de tüm mevcûdatın türeyip yaratılış ve ‘ayân olup meydâna geliş mâcerâsı devâm edegelmiştir…
Bu ta‘ayyünlerin, esâsında Allâh’tan kullarına birer ‘avn olduğu söylenebilir… Yâni, ‘avn, Allâh’ın kendi zâtını kâmil kullarının ‘aynına ‘ayân kılmasıdır… Şöyle ki: Allâh, gizli bir hazîne iken bilinmeyi sevip istemiş, bilinmek için de ta‘ayyün ederek mevcûdâtı yaratmıştır… Zîrâ, kullarını ademin cehâletinden vücûdun alâmetine –yâni ilmine– çıkarması, kullarına sonsuz alâmetlerini bahşetmesi Allâh’ın en büyük ‘avnı, yardımıdır… Artık, kullar nereye dönseler –cân gözleriyle– Allâh’ı göreceklerdir: “Fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh. (Nereye dönerseniz Allâh’ın yüzü oradadır.)” (Bakara / 115)…
Garib Neşet Ertaş, bunu töreli şiirin şuûraltından tevârüs ederek, Leylâ köprüsünde Mevlâ hakîkatını şöyle dile getirmektedir:
Her an gözümde perdesin
Nere baksam sen ordasın…
Yâni, Allâh hem nihândır –perde– hem ‘ayândır –orda– veyâhut hem el-Bâtın’dır hem ez-Zâhir’dir… Niyâzî-yi Mısrî ise bir adım daha ileri bir yorumla
İşit Niyâzînün sözin bir nesne örtmez Hak yüzin
Hakdan ‘ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş
demektedir… Cenâb-ı Hakk, ‘ayândır, hattâ ondan daha ‘ayân bir şey yoktur; ama, o, gözsüzlere, yâni gönül gözü açık olmayanlara, yâni her şeyi beden gözüyle görebildiklerinden ibâret sayanlara pinhândır, gizlidir, görünmez…
Bu husûsa dâir yorumunu insân-ı kâmil üzerinden
Hem gül gibi rengînî-yi ma‘nâ ile zâhir
Hem neş’e gibi hâlet-i sahbâda nihânuz
beytiyle dile getiren Neşâtî Ahmed Dede’nin, ta‘ayyün telakkîsine bir misâl teşkîl eden vecîz mısrâları da şöyledir:
İtdük o kadar ref‘-i ta‘ayyün ki Neşâtî
Âyîne-yi pür-tâb-ı mücellâda nihânuz…
Yâni, –Allâh’ın bu sonsuz ta‘ayyünlerle zâtını âşikâr kılmasına karşılık– kâmil bir kulun haddine düşen, kendi şahsına ya da kendi nefsine dâir ta‘ayyünü –göze görünürlüğü, göz önünde olmayı– ortadan kaldırmak, âdetâ pasparlak bir aynada sır olup gizlenmektir… Çünkü, ancak bu şekilde saklanıp gizlenmeye çalışan kâmil kullar Allâh’ın ta‘ayyününe –her nesnede ‘ayân olmasına– şehâdet edebilir, şâhid olabilir… Denilebilir ki, Allâh’ın ‘avnı böyle hâlis niyetli, gayretli, muhlis kullarda daha fazla tecellî etmektedir…
Hâsıl-ı kelâm ve hulâsa-yı merâm…
Bir kulun ‘aynına kendini ‘ayân bir hâlde görebilecek kâbiliyeti vermesi, Allâh’ın, kuluna bu dünyâdaki en büyük ‘avn ve ihsânı olsa gerektir… Mu‘âvenet de o olmalıdır ki, Allâh’ın bu ‘avnına mukâbil kul da kendi kendine ‘avnda bulunmalı, yâni kendi şahsına düşen gayreti gösterip kalb ‘aynını, gönül gözünü açmaya çalışmalıdır…
Allâh’ın ‘avnı cümlemizin üzerine olsun… Allâh, cümlemizin ‘aynına cemâlini ‘ayân kılsın… Âmîn…
Abdülkadir DAĞLAR