Hüzme Misali
Ağlayarak geldiğimiz bu dünyadan gülerek gideceğimizin bir garantisi yok.
Ardımızdan ağlayacak, hayır ve dua ile yâd edecek insanlar ve işler bırakmak esas olandır.
İnsan hayatının temeli çocukluğudur.
Yetiştirilme tarzı ile çocuk, iç ve çevresel faktörlerin döngüsü ve bu döngüsel ortamın eytişimsel süreci boyunca kendine özgü davranış biçimleri ve kalıpları oluşturur.
Bu kalıplaşma ile de kendisini diğerlerinden farklı kılacak olan ruh ve beden dili yapısını meydana getirir.
Toplamda ise, bu gelişim ve değişimler sonucunda belli bir yaştan itibaren kişinin yerleşik şahsiyeti ve karakteri oluşur.
İlgili kişide ilerleyen yaşlarda ortaya çıkması muhtemel bir takım ruhsal bozukluklar halinde ise, tüm bu karmaşık süreçleri topluca ele alıp, irdelenmesi gerekmektedir.
Galiba biraz psikanaliz…
“Ben”liğin oluşumu… (Identification Process)
Süper ego, ego ve alt ben…
Mercek en çok da “alt-ben”de saklananlara tutulmalı…
Kişinin bilinçaltındaki arkaik kalıntılar…
Yani ilkel olana…
İç güdüler ve dürtüler… (ID)
Neden mi?
Zira, buğday ekenin hasadına yonca düşmüyor.
Eğitim ailede başladığı gibi, ilerleyen dönemde ortaya çıkan zihinsel travmalar, kalitesiz iletişim biçimleri ve buna dair diğer karakteristik özellikler geriden doğru taşınan genetik birer mirastır. İçe dönerek kendimize baktığımız zaman bunu görürüz.
Sevgisiz, dışlanmış, eleştiri ve hakarete maruz kalmış bireyin, yetişkin olduğu zamanda bu öğrenilmiş çaresizliğini etrafına saçıyor olmasının nedeni tamamen bu olsa gerek.
Özgüven ve sevgiyle yetişmiş insanlar nur topu misali etraflarına aydınlık saçan hüzmelerdir.
Duruşları vâkur, sözleri edepli olur.
Kendilerini dev aynasında görmeyen ulu gönüllü insanlar olarak toplumda saygı duyulan ve değer gören kişiler olarak layık oldukları yeri alırlar.
Kibir ve egodan zehirlenen, küçük dağları hâşa ben yarattım edasında olanları gördükçe aslında ne kadar zavallı ve aciz olduklarına kanaat ediyoruz.
Bir söz okumuştum; “Dilleriyle insanları kıranların ibadetleri spordan öteye geçmez!” diye…
Aslında, nefsimiz değil de aklımız ile okuduğumuz zaman cümlenin mesajı ne kadar mânidar ve net.
Yeryüzünde kibirle yürüyenlere tasavvufta ince bir öğreti vardır. Medrese kapıları küçük ve alçaktır. Buradaki amaç ise şudur: Saygıya ve tevâzuya davettir.
Hem bu kapıların sayısının artmasını temenni ediyorum; hem de bu kapıların girişlerinde “Edep ile gelen lütuf ile uğurlanır.” cümlesini…
Tevâzu insanı yücelten bir haslet iken, büyüklenme ise alçaltır.
Tahterevallinin bir ucuna tevâzuyu diğer ucuna kibiri koyalım. Ne taraf ağır basarsa, o mizaç gün yüzüne çıkar. Böbürlenmeyi geri çektikçe alçakgönüllülük ön plana çıkar.
Fizik yasası uyarınca zıt kutupların birbirini çektiği gibi bu iki uç haslet de etkileşim halinde olacaktır. Baskın olan zayıf olanı çekecektir.
Negatif olarak kasmaya, nefsi şişirmeye gerek yok; nasılsa öldüğümüz zaman toprak tüm enerjimizi emerek alacak.
Hikaye sona erdiğinde bırakalım ardımızdan güzel konuşsunlar; bizi vefâ ile ansınlar.
Helâlleşmek ne güzel bir eylem.
Yunus Emre, âhir zamana kadar geçerli olacak olan sözünü daha 13. yy.’da bizlere nasihat olarak bırakmış: “Eşek Derviş Olmaz Odun Çekmekle Tekkeye, Deve Hacı Olmaz Gidip Gelmekle Mekke’ye.”
Velhâsıl kelâm;
Hayat kısa yol uzun…
Geldik ve gidiyoruz.
Önemli olan bu dünya yurdundan geçerken kırmadan, dökmeden usulüne uygun olarak gidebilmektir.
İnsanca…
Bir varmış, bir yokmuş…