Hazar ~ Hazret ~ Huzûr Kelimelerine Dâir
–Huzûr-ı hazrete kavuşan 12 şehîdimize…–
Yine iştikâk…
Kavramları kavramlarla, kelimeleri de kelimelerle tanımlayabilmenin ve bu yoldaki meşakkatı çözerek bertaraf edip fikrî huzûru yakalayabilmenin anahtarıdır, iştikâk… Zîrâ, kavramlarla kavramların, kelimelerle de kelimelerin köken yâhut kökteşlik münâsebetleri ancak iştikâk ameliyesi ile keşfedilebilir… “Münâsebet” dedik ya, bu, kavramların ve kelimelerin “neseb” yâni soy-sop ilişkilerinin kendi anlamlar şeceresi üzerindeki manzarasıdır… Ve töreli iştikâk –âdetâ Tûbâ gibi– dalları yeryüzüne sarkıp uzanmış, kökü ise gökyüzünün derinliklerine sâbitlenmiş büyük ve tek şecereyi tasvîr etmeye çalışır…
Bu töreli iştikâk denemesinde ise üçlü masdarlı üç kelimenin hazretler hâlinde gayb âleminden şehâdet âlemine iniş seyr ü seferi izlenmeye çalışılacaktır…
Hazar, “durma, oturma, ikâmet yerinde bulunma; gâ’ib olmama hâli; seferde olmama ve sefersizlik hâli; savaşsızlık hâli, barış” anlamlarında kullanılmaktadır… Bu anlamlarıyla hazar, seferin zıddı ve mütemmimidir –tamamlayıcısıdır-… Kezâ, hazar “yerleşik olma ve yerleşiklik hâli; göçer ve göçebe durumda olmama hâli” ile “şehirli olma ve bir yerleşim yerinde sâkin ve mukîm olma durumunu” da ifâde etmektedir…
Hazret, “varılan, bulunulan, olunan nokta; durum; yakınlık; mertebe, rütbe” anlamlarındadır… Aynı zamanda, müşterek millî hislerle sayılan ve sevilen, –dünyâdan göçmüş olsalar da– eserleriyle ve sözleriyle yüzlerce yıldır halkın gönlünde bulunmaya devâm eden insanlara duyulan saygı ve sevginin bir alâmeti olarak –o şahısların adlarıyla birlikte– kullanılan bir tavsif kelimesidir de, hazret…
Huzûr, “yan, kat; ön, karşı; barış, iç barışı” anlamlarına gelmektedir… Huzûr, hem ferd ve hem de cemiyet için “iç barış”ı ifâde eden bir kelimedir…
Ve bu müştakk –kökteş– kelimelerin, esâsında tek bir mefhumdan –kavramdan– türemiş olduğunu açık ve anlaşılır bir şekilde gösteren ism-i fâ‘il sîgasında müştakk bir kelime: Hâzır…
Hâzır, bu kelimeleri “hazar durumunu koruyan, hazret konumunda olan, huzûr hâlinde bulunan” anlamlarında birleştirmektedir… Bu kelimelerin, mefhumları dâiresinde birbirleriyle münâsebetleri de ancak hâzır kelimesinin kullanılmasıyla kâmilen yorumlanabilir…
Öte yandan bir nahiv –Arap grameri– ıstılâhı da olan hâzır, gâ’ib kavramının zıddı olarak da kullanılmaktadır, “orada bulunan, şâhit olan muhâtap” anlamında… Dolayısıyla seferde olana, yâni hazarda bulunmayana gâ’ib de denir ki şehâdetten değil de rivâyetten beslenmektedir…
Hazar, bulunulması gereken yerde hâzır olmak demektir… Hazar, varlığın mertebe mertebe hâzırlanma sürecindeki her bir basamağı ifâde eden hazret mertebelerinde bulunma süresi ve hâlidir… Hazar, bir hazretin huzûrunda hâzır bulunmaktır… Hazar, hem ferdin ve hem de cemiyetin iç kargaşalardan yâni iç huzûrsuzluklardan berî ve emîn olma hâlidir…
Hazar, huzûr –dinginlik– ile sükûnet ve sekînet –duruşluk ve oturmuşluk– hâlinin de ifâdesidir… Bir medînede –şehirde– hâzır ve sâkin bulunan medenî insanlara ayrıca hazarî dendiğini de söylemek gerekir… Bu anlamda hazarîlik ile bedevîlik –çölde ya da bozkırda göçebelik– arasında bir zıtlık söz konusudur…
Hazret, âlem-i gaybdan âlem-i şehâdete nüzûl ediş –iniş– serencâmında varlığın var oluş ve var kılınış ile hâzır hâle getiriliş ve hâzırlanış aşamalarından –hazarâtından– her biridir… Tasavvuf nazariyâtında bu, daha çok hazarât-ı hams –beş hazret– terkîbiyle târif ve tavsîf edilmektedir ki âlem-i lâhût, âlem-i ceberût, âlem-i melekût, âlem-i nâsût ve hazret-i insân –âlem-i insân ya da insân-ı câmi‘– kavramlarını tertip ve tedvîn eden bir üst mefhumdur…
Bu bağlamda, derin tahassüsü ve tefekkürüyle bu hazarât mertebelerinin –kavs-i nüzûl hazretlerinin– tam mânâda şuûr ve idrâkinde olan “insân-ı kâmil”lerin de hazret kabûl edildiğini söylemek gerekir… Kezâ, bu kâmil insanların hazret diye anılmalarını, onların, tasavvufî seyr ü sülûkün yükselme yoluna tekâbül eden makam ve mertebelerden –kavs-i urûc hazretlerinden– her birinin tam mânâsıyla hakkını vermelerine, bu hazretlerde bihakkın hâzır bulunup huzûr ehli ve huzûr sâhibi olmalarına bağlamak da mümkündür…
Hazret, kalbinde dâimâ hazar –barış– hâlini barındıran insandır… Hazret, huzûruna varana, mutlak son –ukbâ ya da âhıret– için hâzırlanmayı, hâzırlık yapmayı ve hâzır bulunmayı telkin ve tavsiye eden insandır… Hazret, bedenen olmasa da rûhen halkın yanında hâzır bulunduğuna inanılan insandır… Hazret, varlığıyla, fikirleriyle, sözleriyle ve eserleriyle halka huzûr veren insandır… Hazret, huzûruna –yanına– varılınca huzûr –iç barış– ve sekînet duyulan; halkı, derûnî buhrânından, bunalımından ve iç karışıklıklarından sükûnet ve selâmete erdiren insandır… Ezcümle hazret, huzûrundan huzûr tahsîl edilen insandır…
Huzûr, seferden hazara dönüştür; yâni, dış âlemden iç âleme kaçış, yaban diyarından yuvaya dönüştür… Huzûr, seferin tehlikelerinden, hazarın emniyetine sığınıştır… Huzûr, gurbetin seferinden vuslatın hazarına varıştır… Huzûr, vuslatın hazarında sevilenlerle hâzır bulunuştur…
Huzûr, bir kâmilin, kendine hâs hazretinde dâimâ hâzır bulunuşudur… Huzûr, bir sâlikin, hazretin huzûrunda hâzır bulunuşudur… Huzûr, bir kulun “hazret-i mutlak” olan Hakk’ın huzûruna varmaya hâzır oluşudur…
Huzûrsuzluk Hâzırlıksız Oluştandır…
Kalb huzûrunun hâzırlıkta ve hâzır bulunmakta olduğu âşikârdır… Muvakkat dünyevî imtihanlara hâzırlanarak girenler nasıl muvakkat bir huzûr içinde bulunurlar ise, ancak ebedî uhrevî büyük imtihân için hâzırlık yapanlar dâimâ huzûrlu olabilirler… Ebedî hayat için ve bu hayâtın başlangıcı olan ölüm ânı için hâzır olmayanlar, hâzırlanmayanlar, hâzırlık yapmayanlar derin huzûrsuzluklarının girdâbından kurtulamazlar… Huzûr, ölmeden evvel daha dünyâda iken, kendini dâimâ Hazret-i Allâh’ın huzûrunda hâzır hissetmekle elde edilebilir –ki bu, îmânın ihsân hâlidir-… Velhâsıl, derûnî huzûrun anahtarı ömrün ânına hâzırlıktır ve ebedî mükâfât için hâzır bulunmaktır…
Hazar ile sefer her ne kadar tezatmış gibi görünseler de aslında bir aynanın iki yüzü mesâbesindedirler… Sefer için hâzırlık gerekir, o ise ancak hazar zamânında tedârik edilebilir… Hâzır olanlar seferde de huzûrlu olurlar… Hele sefere bir hazretin nezâretinde hâzırlanılarak çıkılmışsa huzûrdan daha da emîn olunabilir… Böyle bir seferin sonrasındaki hazar da selâmet ve huzûrla dolu olur…
Hâsıl-ı kelâm ve hulâsa-yı merâm…
Huzûr, hazardadır ve hazretin huzûrundadır; zîrâ, gayb hâli ve sefer ahvâli her vakit bir belirsizliğin yol açtığı huzûrsuzluğa sebebiyet verir… Nefs-i emmârelerinin esîri olduğu için kendi derûnî huzûrunu tedârik edemeyen ham kişiler, kimseye bir huzûr telkîn edemedikleri gibi, önce âileleri ile kendi cemiyetlerini ve sonrasında da tüm insanlığı derin huzursuzluğa sevk ederler; nitekim bunlar, hazretin huzûrundan nasîbini alamayan bedbahtlardır…
Hazret-i Allâh, âlem-i ervahtan âlem-i berzaha seyr eden seferimizde cümlemize huzûrundan huzûr tahsîl edebilmeyi ihsân eylesin… Meşakkatlarla dolu dünyevî seferimizin sonunu huzûrunda huzûrla dolu bir hazar kılsın… Bu sefer boyunca hazret-i cemâlinden aldıkları huzûrlarını gönül aynalarımıza yansıtan hazret kullarını yolumuzdan eksik eylemesin… Bu seferin huzûruna kasdetme hevesindeki tüm eylemleri zâil eylesin…
Âmîn… Âmîn… Âmîn…
Abdülkadir DAĞLAR