DilDoç. Dr. Abdülkadir DağlarTöreli Yazılar

Neş’e ~ Neş’et Kelimelerine Dâir

Töreli İştikâk - 49

Neş’e ~ Neş’et Kelimelerine Dâir

İştikâk, kelimelerin menşe’ine, yâni neş’et ettiği noktaya bir yolculuk değil midir..? Kelimelerin, şekil ve anlam bakımından en sâf, en katışıksız hâllerinin tesbîti değil midir, iştikâk..? Ve töreli iştikâk, bir kök kelimenin, kendi kök kavramını ilk olarak sarıp kuşattığı, donattığı hâlinin resmini görmeye ve göstermeye çalışmak değil midir..?

İnsâna kendi özüyle, tözüyle, aslıyla, kökeniyle de alâkalı çeşitli yorumlarda bulunma imkânı sağlayacak kimi kavramlar ve bâzı kelimelerdir, bu denemenin de konusu…

Neş’e, yâni neşve, esâsen “tözel fıtrat, aslî yaratılış özelliği; köken nitelik, rûh” anlamlarına gelmektedir… Bunun yanında “yerinde duramayış, tekrar ortaya çıkış, tekrar tekrar kaynaklanış” ve “keyifli olma hâli; şen olma, sevinçli olma hâli, neşe” anlamları ile birlikte yer yer “hafif sarhoşluk, çakırkeyiflilik hâli” anlamını da taşımaktadır…

Neş’e, neşve kelimesinin bir farklı şekli olarak onunla aynı anlamlarda kullanılmaktadır…

Neş’et, “çıkma, ilk çıkış; meydâna geliş, kaynaklanış, ilk noktadan ortaya çıkış; aslî özellikleriyle yaratılış ve tözel nitelikleriyle türeyiş” anlamlarındadır…

Neş’e, yâni neşve, ilk neş’et noktasından, kaynağından çıkış ânındaki tözel özelliktir… Neş’e, neş’et eyleminin gâyesidir… Neş’e, neş’et eyleminin sebebi, sevk edici, harekete geçirici ve devâm ettirici temel gücüdür… Neş’e, neş’et ânındaki sâflık, berraklık hâlidir…

Neş’e –neşve-, neş’ette mündemiç –içkin– rûhtur; yânî bir bakıma, neş’e, neş’etin fıtratıdır… Neş’e, neş’et eylemiyle kesâfet kazanarak kisve-yi tab‘a bürünen latîf tözdür… Neş’e, eylemi neş’et olan fıtrî vasıf ya da temel niteliktir…

Neş’et, aslî neş’e, yâni kök neşve ile ortaya çıkış, kaynaklanıştır… Neş’et, neş’enin, yâni neşvenin gün ışığına çıkışıdır… Neş’et, tözel neş’esini, aslî neşvesini gösterircesine türeyiş, yaratılıştır…

Neş’et, neş’enin –neşvenin– eylem hâlidir; yâni neş’et, eyleme dönüşmüş, eylemleşmiş neş’edir…

Bu kelimlerle kökteş –müştakk– bir kelime var, ism-i mekân kipinde, yer bildirmektedir: Menşe’… “Neş’e yeri, neş’et yeri; çıkış yeri, ana kaynak” anlamlarına gelen menşe’, var oluşun, yaratılışın, türeyişin ilk mahalli; aslî tabîat ile sâf fıtratın da ilk ortaya çıkış yeridir…

Menşe’, bir şeyin sâf, berrak ve katışıksız hâlini ifâde eder; menşe’inden uzaklaşan bir şeyin sâfiyeti de bozulmakta, berraklığı azalmaktadır… Bu durumun en güzel misâli su üzerinden verilebilir:

Bir menşe’den neş’et edip kaynayan suyun, –muhtevâsındaki mâdenler ya da mineraller cihetinden– aslî mizâcını koruduğu en fıtrî ve en sâf hâli, menşe’inden çıktığı andaki hâlidir… Su, menşe’inden uzaklaşmaya başlayıp da akıp gitmeye devâm ettiği sürece, mecrâsındaki kayalardan, topraklardan topladığı unsurlarla ve bünyesine katılan başka akarsuların taşıdıklarıyla, o aslî sâfiyetini ve berraklığını kaybedecek, bulanık ve karışık bir hâl alacaktır… Yâni, bu akışta suyun aslî neş’esi, öz neşvesi bozulacaktır…

Necip Fâzıl’ın

İnsan bu, su misâli, kıvrım kıvrım akar ya…

mısrâ‘ında güzel ifâdesini bulan temsîlî ve teşbîhî hakîkat, –tıpkı su gibi– Safiyyullâh lâkaplı Âdem Ata’nın da bir menşe’den neş’et edip insâniyet mecrâsında âdemoğlu soyunca akıp gittiği îmâsıyla dile getirilmektedir…

Atası Âdem Safiyyullâh’ın sâf fıtratı ile pâk yaratılışını kendi şahsında muhâfaza ettiği sürece, insan aslî neşvesiyle her dâim neş’eli kalacaktır… İnsânın, hayat mecrâsındaki mâcerâsında dâimâ neş’eli kalabilmesinin, bu seyrüseferde karşılaştıklarıyla derinden etkilenmeyecek şekilde karışması, yâni ancak fıtrî sâfiyeti ile aslî neşvesini –büyük ölçüde– muhâfaza ederek yaşamasıyla mümkün olabileceğini söylemek gerekir…

Neş’eli ol ki…

İlkokul öğrencilerine müzik derslerinde öğretilen ve koro hâlinde okutulan bir şarkı var ki meşhurdur:

Neş’eli ol ki genç kalasın

Bu dünyâdan zevk alasın

Bu sözler, esâsında –belki de farkında olmadan, niyet ve maksadının dışında– bir hakîkatı dile getirmektedir; şöyle ki:

İnsan fıtrî neşvesini muhâfaza ettiği sürece, hep o ilk hâliyle yaşıyor olacaktır; dolayısıyla en tâze, en sâf hâliyle yaşamasından ötürü de hayâtından hakîkî bir zevk, bir lezzet alacaktır…

Kezâ, dernek, vakıf, birlik, cemâat, tarîkat ve benzeri insânî-beşerî tüm yapılar, tüm oluşumlar ve tüm teşekküller de aynı kânûna tâbidir; neş’et ettikleri andaki aslî neşvelerini zamân içinde aynen koruyabilmeleri çok zordur, kısmen koruyabilmeleri de çok büyük bir dikkat ve îtinâ ister… Bu insânî teşekküllerin neş’etinde –ortaya çıkışında– bir arada bulunan insan unsurlarının kendi aralarındaki husûsî neşvenin, yâni dâvâ ve gâye birliğinin devâmı, onların neş’elerini de kâim ve dâim kılacaktır… Aksi takdirde sâfiyette bulanmalar, hulûsta ve ihlâsta bozulmalar baş gösterecek, bu teşekküller tanımsız ve tanınmaz hâle gelecektir…

Neşveni koru ki neş’eli kalasın…

Acabâ, insan, neş’enin idrâkine nasıl varır ve neşveyi nasıl korur..?

İnsan, kendisiyle diğer varlıklar arasındaki aslî farkları tanımalı ki kendisini mevcûdât –varlıklar âlemi– içerisinde tanımlayabilsin… Bunlar, menşe’ ve neşve farklarıdır… Zîrâ, mâdenlerin menşe’iyle bitkilerin menşe’i, bitkilerin neşvesiyle hayvanların neşvesi, hayvanların neş’esiyle insanların neş’esi arasında tözel ve özel farklar mevcuttur; her şeyden evvel bunları idrâk etmek gerekir…

Gâye ve dâvâların da beşerî-ictimâî teşekküllerin husûsî neşvesini teşkîl eden aslî unsurlar olduğunun idrâkine varmak gerekir… Müşterek gâye ve dâvâlar, müntesiplerinde müşterek bir neş’enin neş’etine vesîle olur; bu müntesipler, müşterek hislerle, hareketlerle ve eylemlerle neş’elenirler, müşterek neşvelerini canlı tutarlar, muhâfaza ederler…

Neşvenin korunmasının bir yolu da aynı neşvede olan, hemneşve kimselerin, neşvegâh denilebilecek mekânlarda bir arada vakit geçirmeleri, birbirlerine ayna tutmaları, hemneşvelerinin aynalarında kendilerini temâşâ etmeleridir… İnsâna menşe’ini hâtırlatan ve neşvesini duyuran her şey neş’e verir, neş’elendirir…

Bir başka yorumla, fıtrî olan her şeyin, aynı zamanda neş’eli olduğunu da söylemek gerekir ki rûhu hakîkî anlamda neş’elendirebilecek olan şeyler ancak fıtrî şeylerdir…

Neşveden neşv ü nemâya…

Neşv ü nemâ bulmak” diye bir deyim var, töreli Türkçe metinlerde, “büyümek, yetişmek” anlamında… Bu deyimin terkîbinde yer alan neşv kelimesi, neş’e ve neşve kelimeleriyle müştakk, yâni kökteştir… Denilebilir ki neşv, “bir şeyin, fıtrî neş’esi üzerine büyümesi, aslî neşvesini koruyarak yetişmesi” demektir… Bu minvâlin dışında bir büyüme ve yetişme, neşv sayılamaz… Yâni, fıtrata aykırılık, neşveyi bozuculuk ve sun‘îlik neşv eyleminin dışındadır…

Neşv, bir bakıma “hudâyînâbit” olma, yâni bir insan müdâhalesi olmadan, menşe’inden –topraktan– fıtratullâh ya da âdetullâh gereği kendi başına bitip büyüme ve yetişmedir… Neşv yoluyla bitip büyüyen her şey tabîîdir, fıtrata uygundur…

Münşîdir inşânın da neş’esini yaratan…

Neş’e, neşve ve neş’et kelimelerinin if‘âl bâbındaki kökteşi inşâ kelimesidir…

İnşâ, “kurmak, yapmak; yaratmak” anlamlarına gelmektedir… Esâsında inşâ, “bir menşe’ –zemîn, temel– üzerine, aslî neş’eyi –neşveyi– koruyarak bir yapı kurmak” demektir… Kezâ, aslî neşvesiyle neş’et ettirilen yapının neşv ü nemâ bulmasını, yetişip büyümesini sağlamak da inşâ eyleminin alanına dâhildir… Ezcümle, menşe’ ve neş’e olmadan inşâ olamaz, herhangi bir şey neşv ü nemâ bulamaz…

İnşâ eyleminin fâiline münşî denmektedir, “kuran, yaratan” anlamında; âlemleri tek bir menşe’den yaratan hakîkî münşî ise, Allâh’tır… Allâh’ın bir neş’e üzerine yarattığı mevcûdât –bitki, hayvan, insan ve evren– aslî neşvesiyle neşv bulmakta –büyümekte-, yâni inşâ edilmeye devâm etmektedir…

Bilinmelidir ki her inşâ eyleminin bir neş’esi vardır, bu neş’e olmadan neşv ü nemâ mümkün değildir, bu neş’enin, bu neşvenin münşîsi de Cenâb-ı Hakk teâlâdır… Meselâ, Kur’ân’da hûrîlerden bahseden bir âyet şöyledir: “İnnâ enşe’nâhunne inşâ’â. (Biz o kadınları –hûrîleri– yepyeni bir yaratılışta yaratmışızdır.)” (Vâkı‘a / 35)… Yâni, mutlak münşî olan Allâh, hûrîleri kadın neşvesi üzerine –cennetlikler için– neş’eli eşler olarak inşâ etmiş, yeniden yaratmıştır…

Kezâ, “Ve lehu’l-cevâri’l-munşe’âtu fi’l-bahri ke’l-a‘lâm. (Denizde dağlar gibi yükselerek akıp giden gemiler de onundur –Rabb’indir-.)” (Rahmân / 24) âyetindeki münşe’ât kelimesi, –neş’e, neşve ve neşv kelimelerinden hareketle– “yüksekçe ve büyükçe inşâ edilmiş şeyler, gemiler” anlamındadır… Dolayısıyla, inşânın tabîatında “büyütmek, yukarı doğru yetiştirmek, yükseltmek” söz konusudur ve tüm inşâların ve münşîlerin münşîsi de âlemlerin Rabb’i olan Rahmân teâlâdır…

Neş’e-yi Ahmediyye neşve-yi Muhammediyye iledir…

Bu iştikâk bağlamında, kâinâtın menşe’ini, yâni “Kun. (Ol.)” emr-i Rahmânîsiyle mevcûdâtın neş’et ettiği pâk, sâf, mutahhar cevheri neş’e-yi Ahmediyye olarak da adlandırmak mümkündür ki Nûr-ı Muhammedî yâhut Hakîkat-ı Muhammediyye şeklindeki adlandırmalara karşılık gelmektedir… Üzerine kâinâtın inşâ edildiği fıtrî esas ve hilkatın aslî zemînidir, bu neş’e…

Ahsen-i takvîm” kıvâmının mahlûkât arasındaki müşahhas hâli sayılan insan, neşve-yi Muhammediyye’yi en derûnunda duyarak neş’e-yi Ahmediyye aynasında kendisini temâşâ etme eşiğine geldiğinde, hakîkî neş’esini ve öz rûhî hazzını yakalayabilir, idrâk edebilir ancak… Bu neş’e, aslını kâmilen idrâk edişin hazzıdır…

Ahmedî neş’e yolunun sâlikleri, sâdece Muhammedî neşveyi kendilerine kılavuz kabûl ederler ve de ancak bu neşve ile menşe’lerine sâlimen rücû edebileceklerine inanırlar…

Hulâsa-yı merâm olan niyâzımız şudur ki…

Münşî-yi âlem hazretleri, cümlemizi menşe’inin idrâkinde olan şuurlu kullarından eylesin… Münşî-yi Âdem hazretleri, cümlemizi fıtrî neş’esi ile aslî neşvesini koruyarak menşe’ine rücû eden bahtiyar kulları zümresine katsın… Münşî-yi neş’et hazretleri, cümlemizi aslî neşvesiyle dâimî sûrette neşv ü nemâ bulup neş’eli bulunan kulları arasına ilhâk eylesin… Münşî-yi neşve-yi Muhammediyye hazretleri, cümlemizi neş’e-yi Ahmediyye hazzı ile mesrûr eylesin…

Âmîn bihurmeti Yâsîn…

Abdülkadir Dağlar

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu