Farsçadan dilimize geçen derd (ﺩﺭﺩ), Fenâyî’nin “Derde düşendir bilenler ehl-i derdin hâlini / Gör nice âkılleri Mecnûn eder Leylâ-yı aşk” şeklinde belirttiği üzere, “İnsana ıztırap veren her türlü hal, sıkıntı, zorluk, üzüntü” karşılığında kullanılır. Derdin vücut bulmuş somut hali ise “Devam eden, geçmeyen hastalık, illet, ağrı sızı”dır. Bu yüzden kelime halk ağzında doğrudan “Ur, çıban” mânâsına bürünmüştür. Kün’den küle yani…
Elbette derdin dilimizdeki külle bağlı tecellileri, bunlarla da sınırlı değildir; zaten de olamaz! Bu yüzden dilimizde derd, şu şekildeki somut birer göndergelere dönüşmüştür:
“Dert (Derdini) anlatamamak”: İçinde bulunduğu durumu, söylemek istediklerini karşısındakine dinletememek. “Dert babası”: Herkesin derdini rahatlıkla anlattığı, dertlere çâre bulmaya çalışan kimse. “Dert değil”: Üzülmeye değmez. “Dert etme”: Üzülme, aldırma. “Dert küpü”: Derdi çok olan kimse. “Dert olmak”: Üzüntü sebebi olmak, sıkıntı vermek (Her doğan günün bir dert olduğunu / İnsan bu yaşa gelince anlarmış – Câhit S. Tarancı). “Dert ortağı”: Bir kimsenin kendisine derdini açabildiği kimse, sırdaş; aynı derdi paylaşanlardan her biri, haldaş. “Dert yanmak”: Derdini anlatıp içini dökmek, şikâyet etmek; sıkıntısını söylemek, derdini dökmek (Dert ehli gayra dert yanar derd dinlemez – Yahyâ Kemal). “Derdi günü”: Bütün düşündüğü, bütün derdi, üzerinde en çok durduğu (Derdin günün hasretlik – Orhan V. Kanık). “Derdin ne?”: Ne istiyorsun, ne oluyorsun, zorun ne? “Derdine yanmak”: Kendi hâline üzülmek. (Bir kimsenin veya bir şeyin) Derdine düşmek: (O kimse veya şeyin) Verdiği üzüntü veya düşünce yüzünden sâdece onunla meşgul olmak, onunla aşırı derecede ilgilenmek. “Derdini dökmek”: Sıkıntı ve üzüntüsünü anlatmak, içini dökmek (Sen dururken derdim kime dökeyim / Uyan ey gözünü sevdiğim uyan – Karacaoğlan). “Derdini Marko Paşa’ya anlat”: ‘Boşuna uğraşma, derdini dinleyecek kimse bulamazsın’ anlamında kullanılır. “Derdini deşmek (depreştirmek)”: Bir kimsenin acısını tâzeleyip yeniden üzülmesine sebep olmak.
Derd, başla birleştiğinde ise (derd-i ser) “baş ağrısı” oluverir. Azmîzâde Hâletî’nin “Vâ hayf ki ey Hâletî-i bî-temkin / Ettin dilini o şûh için derd-âgin” beytinde görüldüğü üzere içe dolar bir nesnedir (derd-âgin). Âdemoğlu, “derd-âşam” (Dert içen/çeken), “derd-âşinâ (-şinas)” (Dert görmüş dertten anlayan, dertli), “derd-engiz (Üzücü), “derd-keş” (Dert çeken), “derd-keşan (Dert çekenler), “derd-mend” (Derdi olan, dertli, üzüntülü) ve “derd-nâk”tir (Dertli, kederli). Derd, ünlem elifi -ā ile birleştiğinde ise “eyvah, yazık, vah vah” olarak bambaşka bir halete bürünür.
Elbette her şeyin olduğu gibi derdimizin sınırları da dilimizin ekleriyle çizilmiştir. Yani “dertlenmek” (Üzüntüye kapılmak, bir şeyin verdiği üzüntüyü kendine dert etmek, dertli duruma gelmek) ve “dertleşmek” (Karşılıklı dertlerini anlatıp konuşmak; birine derdini anlatıp içini dökmek) bize has duygulardır. “Dertli” veya “dertsiz” olmaksa bizi doğrudan kadere bağlar. Hatta, “dertsizlik” (Dertsiz olma, gamı kasâveti bulunmama, rahat ve huzurlu olma durumu) biz inanç sahibi insanlar içün çoğu zaman bir şikâyet mevzuu bile olabilir.
Hâsılı, derd-i derûn içre görün kim neler neler vardır!
Efendim ey meded!
Ârifî’m soylamış, görelim cânım ne soylamış:
derde düştük derman meded
bize senden ferman meded
ârifî’yem olduk derd-nâk
karşımızda kirman meded…