Rasûl-i Ekrem’in Refik-i Âlaya yükselişinin ardından Müslümanların sağduyusuyla, yani Cemaatin genel rızasıyla inşa edildiği tarihten (h.10/m. 632) h. 14./m. 20. asrın ikinci çeyreğine kadar sürekliliğini korumuş olan Müslüman merkezi otorite (Hilafet) yaklaşık bir asırdır mevcut değil. Yaklaşık bir asır önce inşa edilmiş bir uluslararası sistem içinde yaşıyoruz. Mevcut dünya İkinci Dünya Savaşı sonrasının sanal ideolojik kutuplaşmasının dünyası değil, Birinci Cihan Harbi sonrası inşa edilmiş bir dünyadır. Mevcut dünya sözde 1947-1991 arası sanal bir ekonomi-politik kutuplaşma üzerine kurgulanmıştı. Ama 1991’in Aralık ayında dünyanın sol tarafının hayatta kalamamasının sonucu olarak uluslararası sistemin gerçek niteliği daha belirgin hale geldi.
Mevcut dünya düzenine Osmanlı sonrası düzen dememek, diyememek de bu düzenin kurucu söylemine dahildir. Mevcut dünya sistemi bir asırdır bir Müslüman merkezi siyasi gücün (Hilafet) yokluğu üzerine inşa edilmiş bir dünya düzenidir. 19. yüzyıldan itibaren artan sömürgeci güçler arası rekabetin bir sonucu olarak darülislamın çeşitli parçalarının işgali süreci başladı. Bu zaman zarfında darülislamın işgalinin birkaç biçimi ortaya çıktı: ya fiilen batılı kolonyalistlerin askeri işgaline muhatap kalarak siyasi kontrolü altına girdi, ya bununla birlikte ya da tek başına ekonomik kaynakları denetlenmeye başlandı ya da en dramatik biçimi kendisini inanç kaybında gösteren dünya görüşü işgaliydi. Son işgalin ilk ikisinden farkı bunun bir self-kolonizasyon biçiminde gerçekleşmiş olmasıdır. Nihayet 13 asırdır sürekliliğini farklı şekillerde de olsa muhafaza eden Müslüman merkezi siyasi otoritenin bir oldu-bitti ile buharlaştırılmış olması, gerçekten görülmemiş bir radikalizmdi. Bu radikalizmden en fazla hayal kırıklığına uğrayanlar Birinci Cihan Harbi sırasında kendisine Pan-islamcı Kemalistler diyen gruplardı. Yakın dönem Kafkasya tarihi okuyanlar Pan-İslamcı Kemalistlerin varlığından haberdardır.
Yaklaşık bir asırdır Müslümanların gönüllü şekilde sadakatlerini sunacakları siyasal bir merkezin olmaması Müslümanların yaşadıkları topraklardaki en önemli sorunun siyasal meşruiyet sorunu olarak ortaya çıkmasına neden oldu. Müslümanların hayatını belki bundan çok daha fazla çetrefilleştiren sorun ise onlar açısından uluslararası sistemin meşruiyetinin de olmamasıydı. Müslümanlar bakımından uluslararası sistemin meşruiyetinin olmaması bir temsil krizine işaret etmektedir. Osmanlı sonrası dünya düzeninde Müslümanların temsilinin özellikle dışlanması, Müslümanlar adına konuşan ya da Müslümanların çıkarlarını koruyan bağımsız bir merkezi gücün ortaya çıkmasının tehdit olarak algılanması hem Müslümanların temsil krizini oluşturmuş hem de Müslümanlar bakımından mevcut düzenin meşru görülmemesine neden olmuştur. Hali hazırda Müslümanların yaşadığı coğrafyalardan söz edebiliyoruz, ama İslam’ın siyasal ve kültürel hakimiyetinden söz edemiyoruz. Müslüman coğrafyalardaki tüm siyasi birimler hukuken ve şeklen bağımsızlar ama self-kolonizasyon devam ettiği için Müslümanlar sıkı bir denetim altındalar. Bu denetim Müslümanların uluslararası sistem tarafından kabaca iyi ve kötü Müslümanlar biçiminde tasnif edilmesiyle sağlanıyor. İyi Müslümanlar, self-kolonizasyonu kanıksamış Müslümanlardan oluşuyor. Bu Müslümanların ayırt edici vasfı, mevcut Osmanlı sonrası uluslararası düzene uyum sorunu yaşamamaktır. Kötü Müslümanlar uluslararası sistemin güvenlik sorunu olarak tanımladığı, bazen cihatçı, bazen radikal, bazen terörist, bazen köktenci, bazen entegrist, bazen yeni-Osmanlıcı gibi kavramlarla oyun dışına itmeye çalıştıklarından oluşuyor. Kötü Müslümanlar Osmanlı sonrası uluslararası sisteme bir türlü uyum sağlayamayanlardır. Tekrar etmekte fayda var: Müslümanların yaşadığı coğrafyalardan söz edebiliyoruz ama Müslümanların kültürel ve siyasal hakimiyetinden bahsedemiyoruz.
Kabaca son bir asırlık tecrübe içinde Müslümanların bilgilenme ve düşünme evreni devletlerin ve uluslararası aktörlerin ideolojik aygıtları olan küresel ve ulusal enformatik ağ tarafından öyle sıkı bir denetime tabi tutuldu ki Müslümanlar hem kendi içlerinde sosyo-politik bütünlük sorunları yaşamaları hem de sistemin edilgen unsurları olmalarının temel sebebinin, zikrettiğimiz temsil krizi olduğunu akıl edemez hale getirilmiştir. Bunu akıl edemez hale getirildikleri için de bir Müslüman siyasi merkezin imkânı hakkında tamamen umutsuz bir ruh haline sahiplerdir. Öyle ki bir Müslüman siyasi merkez, artık gerçekleşebilir bir siyasal proje olarak değil, en iyi Faisal Devji’nin vehmettiği şekliyle ancak “Müslüman romantizminin metafizik bir gurbet hasreti” olarak görülmeye başlanmıştır. Bu propagandayı aşarak özgür bir şekilde düşünmeye başlamanın yolu doğru sorular sormaktan geçiyor. Özgür bir şekilde düşünmeye başlangıç, Müslümanların öncelikli sorumluluğunun Müslümanca düşünmek olduğu bilincine ulaşmalarına bağlıdır. Müslümanca düşünmeye başlangıç, bizim bir Müslüman siyasi merkezden başka bir imkânımız oldu mu, olabilir mi sorusunu sormayı gerektiriyor. Bir asırlık Osmanlı sonrası uluslararası sistem ve onun içinde biz Türklerin serüvenini hesaba katarak Türkiye’nin bir Müslüman siyasi merkezin ihyası dışında başka bir imkânı olmuş mudur, olabilir mi sorusunu sorarak özgür bir düşünmeye başlangıç yapabiliriz. Türkiye’nin İslam’dan başka çıkış yolu var mı? Türkiye’nin İslam’dan başka bir imkânı var mı? Türkiye’nin İslam dışında Türkiye olarak kalma imkânı var mı? Mekke’yi reddettiğimizde Brüksel tarafından kabul ediliyor muyuz (Talal Asad)? Geminin rotası Müslüman jeo-kültürel bütünken gemidekilerin batıya koşuyor olmaları (Sakallı Celal) sosyo-politik bütünlük krizi yaratmadı mı? Batılılaşma projesi bizi bölünmüş bir ülke (Huntington) haline getirmedi mi? Bu proje bilincimizi yaralamadı mı (Daryuş Şayegan)? Siyah derimiz üstündeki beyaz maskeyle (Frantz Fanon) daha ne kadar komik duruma düşeceğiz? Örselenmiş benliğimizdeki lekenin (Erwing Goffman) bir utanç nedeni değil, bir direniş kaynağı olduğunu fark etmeyecek miyiz? Garbzedegi (Celal Ali Ahmed) hastalığından tedavi olmayı reddederek ötenazi mi talep ediyoruz? Neyi kaybettiğimizi hatırlayıp (İsmet Özel), mankurtlaşma (Cengiz Aytmatov) veya amnezi (Sezai Karakoç) halinden kurtulmayı teklif eden İslam’dan başka bir seçeneğimiz mi var?
Son bir asırdır uluslararası sistemin küresel diasporası muamelesi gören, oyun dışına itilen, nesneleştirilen, özneliği elinden alınan, failsizleştirilen, edilgenleştirilen, yabancılaştırılan, şeytanlaştırılan ve nihayet temsil hakkı elinden alınan Müslümanların bu duruma itiraz etmeleri bir Müslüman merkezi siyasal gücün ortaya çıkmasını talep etmekle başlamalıdır. Müslümanlar bunu kimden talep edecek? Zaten bütün uluslararası sistem böyle bir talebin belirginlik kazanmaması, belirginlik kazansa da bunun baskılanması üzerine bina edilmiş değil mi? Zaten mevcut uluslararası sistem Osmanlı sonrası bir düzen olarak bir Müslüman merkezi gücün yokluğu üzerine inşa edilmiş değil mi? Müslümanların bunu talep edebileceği uluslararası, uluslarüstü veya bir devlet şeklinde hiçbir merci bulunmuyor. O halde? O halde bizim durumumuzda talep edenle talep edilenin aynı özneler olması şart. Müslümanlar olarak bir Müslüman merkezi gücün ortaya çıkmasını Müslümanlardan talep edeceğiz, başka kimden edebiliriz ki? Öncelikle mesele, Müslümanların Müslümanca bir siyaset, Müslümanca bir ekonomi-politik, Müslümanca bir toplumsal ve uluslararası düzen içinde yaşaması gerektiği bilincine ulaşmaları. Müslümanların bunun imkânsız olduğu propagandası tarafından tembelleşmiş aklını dinamik hale getirmek için bu bilincin uyarılması şart. Müslümanca bir dünya, Müslümanlar tarafından, buna karşı koyacak yürürlükteki düzenin aktörlerine karşı mücadele ile kurulacak bir dünyadır.
Yorum Bırakın