Nuh UçganUluslararası İlişkilerYönetim ve İdâre

Yalancı Düzenin Kısırlığına Karşı Hakperest Radikalizme Övgü

Doğruyu söylersek dokuz köyden kovulur muyuz? Doğru; siyaset, sanat, kültür ve fikir hayatında üstün bir mevki elde etmeye engel midir? Siyaset, sanat, kültür ve fikir hayatında ilerlemek için yalan söylemekten, yalanı onaylamaktan veya yalanı görmezden gelmekten başka yolumuz yok mu? Yalancının mumunu yatsıya kadar yakmak zorunda hissettiği bir düzen muhal mi? Bu soruların cevabı nasıl bir köyde yaşadığımıza bağlı. Sakinlerinin yalancılardan oluştuğu bir köydeysek orada doğruyu söyleyerek barınamayız. Şayet bir köy var, o köyde yalan söyleniyor ve yalancı mumunu yatsıya kadar bile yakmaya lüzum görmüyorsa, doğruların ve sadece doğruya sadakat duyanların orada barınması bir güvenlik sorunu olarak değerlendirilir. Köyün düzeni yalanla sağlanıyorsa doğruyu söylemek de düzen karşıtı bir radikalizm olarak damgalanır. Düzen bozucu bir radikal durumuna düşmemek için ya siz de yalanın bir parçası olacaksınız, ya yalanın bir parçası olmasanız da doğruyu söylemeyerek onu kerhen onaylayacaksınız ya da köyle ilişkinizi gözden geçireceksiniz. “Ben bu düzenin çarkına çomak sokarım” dediğiniz anda çomağı kafanızda bulmanız an meselesidir: siyasi, sanatsal, kültürel ve fikri hayattan dışlanır ve radikalizme mahkûm edilirsiniz.

Düzenin yalanla sağlandığı böyle bir köyde iki türlü davranış biçimi vardır: Kısır yalancılık ve mülahazakârcılık. Kısır yalancılar, düzeni yalan üzerine bina edenler olduğu için yalanı doğru, doğruyu yalan haline getirme hüneri göstermişlerdir. Dolayısıyla onlar tutturdukları yalan-yanlış yolun doğru olduğu konusunda en ufak bir şüphe bile duymazlar. Söyledikleri yalanın tek ve tam doğru olduğuna öyle derin bir şekilde inanmışlar; siyaset, sanat, kültür ve fikir hayatının yüksek mevkilerindeki varlıklarını söyledikleri yalanın doğruluğu üzerine öyle sıkı bir şekilde dayandırmışlardır ki hakperest doğruya tahammülleri yoktur. Doğrunun kendisine barınak bulduğu en ufak alan bile elde ettikleri yüksek mevkileri kaybetmelerine neden olacağından, çıkarları yalanın devamına bağlanmıştır. Mülahazakârlar ise kısır yalancılığın düzen sağlayıcı faydası ile doğrunun hakperest ama yıkıcı radikalizmi arasındaki tercihlerini netleştirememiş olanlardır. Mülahazakarlar köyün düzenini sağlayan ve doğru olduğu konusunda sürekli temrin edilenin yalan olduğunun farkındadırlar. Asla yalanın bir parçası değillerdir. Hatta siyasi, sanatsal, kültürel ve fikri varlıklarının çıkış noktası, yalanı ifşa, doğruyu inşa etmek üzerinedir. Ama mülahazakârlar, hakperest doğrunun yıkıcı işlevi ile kısır yalanın düzeni sürdürücü işlevi arasında bir değerlendirme yapmak zorunda hissetmişlerdir. Mülahazakârlar, ya yalan üzerine bina edilen düzenin ortaya çıkardığı siyasi, sanatsal, kültürel ve fikri konforlu ve güvenlikli alanın devamında bir maslahat görmüşler ya da hakkaniyete daha uygun bir değerlendirme yapmak gerekirse kendilerinde ve köyün sakinlerinde hakperest doğru üzerine yeni bir düzen kurma kabiliyet, cesamet ve cesareti görmemişlerdir. Sonunda düzen, yalancıların kontrolünde olduğu dönemde de mülahazakârların kontrolünde olduğu dönemde de yalan üzerinde işlemeye devam etmiştir.

Yüzüncü yılına girdiğimiz cumhuriyet tarihinde bizlere söylenmiş en büyük yalan, muasır medeniyet seviyesine ancak muasır medeniyeti taklit ederek ulaşacak olmamızdır. Ancak muasır medeniyetin değerlerini cumhuriyetin değerleri haline getirerek küresel tarihe bir özne olarak dahil olabileceğimiz tezi, köyün düzeninin üzerine bina edildiği temel yalan haline getirilmiştir. Bu durum, Türkiye’de uluslararasının devlete söylediği yalanların, devlet tarafından topluma aynen aktarılarak uluslararası-devlet ve devlet-toplum ilişkilerinin tepe taklak olmasına neden olmuştur. Cumhuriyet tarihinde devlet, ne küresel tarihe Türkiye’nin katkı sunmasını mümkün kılmak ve Türkiye’nin küresel tarihin salt değer tüketicisi bir nesne pozisyonuna düşmesini önlemek suretiyle uluslararasıyla şahsiyetli bir ilişki kurma kabiliyeti gösterebilmiş ne de toplumla ilişkilerinde güçlü bir tesanüd tecrübesi geliştirebilmiştir. Kısaca Türkiye’nin düzeninin devamını sağlayan yalanın kısırlığının iki boyutu ortaya çıkmıştır. Birinci boyut Türkiye’nin devlet-toplum ilişkilerindeki gerilimi çözecek bir içtimai mukavelenin hala yapılamamış olmasıyla ilgilidir. Düzenin üzerinde yükseldiği yalanın kısırlığının ikinci boyutu ise uluslararası-devlet ilişkilerinin Türkiye’yi küresel tarihe dahil edebilecek yaratıcılıktan da uzak bırakmasıyla ilgilidir. Bu iki boyut artık bir asrını devirmiş cumhuriyetin de bir özetidir.

Yalancı Düzenin Kısırlığının Devlet-Toplum İlişkileri Boyutu: İslam’ın Merkezinde Yer Aldığı Bir İçtimai Mukavele Olmaksızın Devlet-Toplum İlişkilerine Çekidüzen Verilemez

Devlet-toplum ilişkilerinin tepe taklak oluşu ve bir asırlık cumhuriyet tarihinde devlet-toplum ilişkilerine çekidüzen verecek bir içtimai mukavelenin gerçekleştirilememiş olması, kendisini cumhuriyetin değerleriyle toplumun değerleri arasındaki uyumsuzlukta göstermiştir. Öyle ki tüm cumhuriyet tarihi boyunca devlet, toplumun cumhuriyet değerlerini benimsemesi, toplum da kendi değeri olarak içselleştirmiş olduğu İslam’ın devletin kurucu değeri olarak tayin edilmesi beklentisi içinde oldu. Cumhuriyet değerlerini yeterince benimsememiş olmak, toplumu devlet karşısında tekinsiz kılmış; İslam’la barışık olmamak ise devletin toplum nezdinde yeteri kadar güvenilir bulunmamasına neden olmuştur. Düzenin muhafızları, siyasi yelpazenin toplumun değerlerine yakın olanlarını gayri-meşru bir konuma oturtmak istediklerinde ilk başvurdukları söylem cumhuriyet değerlerini içselleştirmemiş olmalarıyken, siyasi yelpazede kendisini İslam’la tanımlayanlar muarızlarını gayri-meşru bir konuma oturtmak istediklerinde onları toplumun değerlerinden uzak olmakla itham etmişlerdir. Cumhuriyetle derdiniz olduğunda devletin gözüne girememiş, İslam’la derdiniz olduğunda ise toplumun gözüne girememiş oldunuz. Cumhuriyetin devlet-toplum ilişkilerini organize edebilecek bir içtimai mukavele geliştirme kabiliyeti gösteremediği bir durumda ve devletin toplum karşısında hâkim konumda olduğu şartlarda siyasi yelpazenin toplumun değerlerine yakın olanlarında bir iktidar olma ve sürdürme yolu olarak mülakazakar bir yöntem geliştirilmiştir. Bu siyasetin mülahazası kendisini cumhuriyet değerleriyle toplumun değerlerinin çelişmediğini savunmalarında göstermiştir. Ne cumhuriyetle ne de İslam’la bir derdim var diyerek mülahazakarca bir tutum benimsemişler, ancak yalancı düzenin kısırlığına karşı hakperest doğruya dayalı bir düzen kurma çıkış noktalarından uzaklaşmışlardır. Siyasi yelpazede kendisini İslam’la tanımlayanların bu mülahazakarlığı, cumhuriyetin devlet-toplum ilişkilerine çekidüzen verecek bir içtimai mukavele ortaya koyma zorunluluğunu gereksiz kılarak yalancının mumunu yatsıya kadar bile yakmak lüzumu görmemesine neden olmuştur. Böyle bir mukavelenin geliştirilmesinin lüzumsuz görülmesine aynı zamanda kendilerini sanat, kültür ve fikir hayatında İslam’la tanımlayanların yalancı düzenin kısırlığına karşı hakperest doğrunun üzerinde yükselebileceği radikal bir düşünce alanı inşa etmekte başarı gösterememesi de katkı yapmıştır. Bu durum mülahazakarlığın sızmadığı herhangi bir alan bırakmamıştır, bu durum modern Türk düşüncesinde kalem oynatanların hiç birisinin İslam ve devlet arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair bilmeceyi çözmekte başarı gösterememesine neden olmuştur.

Önümüzdeki yüzyılın Türkiye yüzyılı olmasını temin etmek, her şeyden önce devlet-toplum ilişkilerine dair bir içtimai mukavelenin gerekliliğine ve bu gereklilik içinde İslam’ın merkezi bir konumda yer alması zorunluluğuna inanan sanat, kültür ve fikir hayatının mensuplarının hakperest doğrunun radikalizmine kucak açmalarına bağlıdır. Hakperest doğrunun radikalizmine kucak açmak için zihnimizi özgürleştirmeliyiz. Zihnimiz ancak cesur sorularla özgürleşebilir. Türkiye, bir önceki yüzyılda yaptığı şeyleri yapmaya devam ederek önümüzdeki yüzyılın Türkiye yüzyılı olmasını sağlayabilir mi? Türkiye, kendi devlet-toplum ilişkilerini çözebilecek bir içtimai mukavele ortaya koymadan bir siyasal model önerisinde bulunabilir mi? Türkiye, içtimai mukavelesinin merkezine İstiklal Marşı’nın anlamında mündemiç olan İslam’ı yerleştirmeden devlet-toplum ilişkilerine çekidüzen verebilir mi? Türkiye, laikliğin devlet-toplum ilişkilerinde ne tür bir rabıta kurduğu sorusunu mütemadiyen erteleyerek İslam’ın merkezinde yer aldığı bir içtimai mukavele çizebilir mi? Bu sorular bizi yalancı düzenin kısırlığının devlet-toplum ilişkileri boyutundan uluslararası-devlet ilişkileri boyutuna taşımaktadır. O halde soruları ikinci bir ara başlıkta da sormaya devam edelim.

Yalancı Düzenin Kısırlığının Uluslararası-Devlet İlişkileri Boyutu: Değer Transferinin Yukarıdan Aşağı Olmaya Devam Ettiği Bir Denklemle Türkiye Yüzyılı İnşa Edilemez, Küresel Tarihe Dahil Olmak Ona Katkı Sunmayı Gerektirir

Türkiye önümüzdeki yüzyılın küresel tarihine, geçtiğimiz yüzyılın şartlarında Gazi tarafından çizilmiş yolu takip etmeye devam ederek dahil olabilir mi? Gazi’nin yolu Türkiye’yi küresel tarihe dahil etme yolu muydu? Gazi’nin çizmiş olduğu yol geçtiğimiz yüzyılda Türkiye’yi küresel tarihin bir öznesi haline getrime yolu muydu? Eğer öyleyse Luizard’ın sorduğu soruyu biz de soralım: Türkiye sömürgeleştirilmemiş bir ülke olmasına rağmen neden sömürge sonrası toplum ve ülkelerin gösterdiği özellikleri göstermiştir? Gazi’nin çizdiği yol, önümüzdeki yüzyılın küresel tarihine katkı sunacak ve bu suretle önümüzdeki yüzyılı Türkiye yüzyılı yapabilecek bir yol mu? Gazi’nin yolu Türkiye için tarihin sonu mu?

1980’lere kadar Gazi’nin yolu gerçekten de Türkiye için tarihin sonuydu. Ne var ki 1980’lerin ortalarından itibaren Türkiye’nin alternatif bir yolunun daha olabileceği hokkabazlığı, madrabazlığı ve cambazlığı tedavüle sokuldu. Bu hokkabazlık, madrabazlık ve cambazlık Sovyetlerin dağılması sayesinde tartışmasız bir geçerlilik kazandı. Türkiye’ye Gazi’nin yoluna alternatif olarak bir kez daha küresel tarihi taklit etmesi anlamında bu sefer liberal demokrasi yolu önerildi. Denmek istendi ki Kemalizm’i aşabilmek için tek alternatifiniz var: liberal demokrasi. Türkiye’nin çıkarlarının Batı’nın çıkarlarıyla ortaklaştırılması sağlanabilirse, yani Türkiye Ermeni, Kıbrıs ve Kürt meseleleri gibi alanlarda Batı’nın çıkarlarıyla uzlaşabilirse Gazi’nin yoluna alternatif bir liberal demokrasi yolunda ilerleyebilirdi. Şayet Türkiye’nin Batı’dan müstakil çıkarları var diyor ve liberal demokrasinin devlet-toplum ilişkilerinin eskisinden çok daha fazla bozulmasına yol açacağını düşünüyorsanız o zaman size Kemalizm’e mahkûm olmak dışında bir seçenek bırakılmadı. Biz Türkler, liberal demokrasinin tarihsel devlet anlayışımızdan yoksun bir toplum biçimi ya da Kemalizm’in toplumdan kopuk devlet anlayışı arasında seçeneksiz bırakıldık. Toplumcular (sosyalistler de dahil) nihayet liberal demokratik bir düzenin makuliyetinde karar kılarken, devletçiler nihayet toplumla bağının ne olduğu önemsenmeyen bir Kemalizm’e razı oldular. Türkiye’ye Gazi’nin tarihin sonuyla, Fukuyama’nın tarihin sonu arasında bir tercih yapmak dışında bir alternatif sunulmadı. Siyaset, sanat, kültür ve fikir hayatımızın toplumun değerlerine en yakın olan ve fakat mülahazakarlığa evrilen unsurları, Gazi’nin tarihin sonundan, Fukuyama’nın tarihin sonuna; Fukuyama’nın tarihin sonundan Gazi’nin tarihin sonuna savrulmaktan bitap düşmüş ve hakperest doğrunun radikalizmine kucak açamamıştır. Hakperest doğrunun radikalizmine kucak açamadığı için de yalancı düzenin kısırlığının uluslararası-devlet ilişkileri boyutu anlaşılamamış ve aşılamamıştır.

Yalancı düzenin kısırlığının uluslararası-devlet ilişkileri boyutunu anlaşılabilir kılmak için bu ara başlıktaki sorularımızla bağlantılı ve zihnimizi özgürleştirecek sorular sormaya devam edelim ve zaten fazlasıyla uzamış yazıyı daha da uzatmadan bitirelim. Küresel tarihe katkı sunmadan ona dahil olunabilir mi? Muasır medeniyeti salt taklit ederek ve ona hiçbir değer katkısı sunmaksızın onun şahsiyetli bir öznesi haline gelinebilir mi? Değer transferinin uluslararasından devlete, devletten topluma olmaya devam ettiği tepe taklak bir denklemle Türkiye yüzyılı inşa edilebilir mi? Türkiye başkalarının hikayesini okuyarak kendi hikayesini yazabilir mi? Türkiye’nin toplumdan devlete, devletten uluslararasına transfer edebileceği ve kendi hikayesini temellendirebileceği İslam’dan başka bir tarihsel değeri var mı? Bu soruların bir tanesine bile evet diyebiliyorsanız bu yazıyı okuyarak boşuna vakit kaybetmişsiniz demektir. Değer transferinin yukardan aşağı olduğu hiçbir Batı dışı toplumun küresel tarihe dahil olması mümkün değildir. Küresel tarihe dahil olmak küresel tarihe katkı sunmakla mümkündür. Katkı sunulmayan hiçbir alanda özne olarak var olamazsınız. Öznelik için tarihe etken bir şekilde katkı sunmaya, küresel tarihe katkı sunmak için ise değer transferinin aşağıdan yukarıya, içeriden dışarıya doğru bir yön izlemesi gerekir. Türkiye ancak tek tarihsel ve kültürel değeri olan İslam’ı toplumdan devlete, devletten uluslararasına transfer ederek önümüzdeki yüzyılı Türkiye yüzyılı haline getirebilir. Çünkü ancak İslam, Türkiye’nin devlet-toplum ve uluslararası-devlet ilişkilerini organize edebilir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu