Vicdan, Politika ve Gazze’de Çocuk Kimliğinin Örtülmesi
Oldukça tahrik edici gelebilir ama en baştan belirtmek gerekir ki vicdan dediğimizde politik bir şeyden bahsediyoruz demektir. Vicdan politiktir. Her acı, her ölüm ve her haksızlık üzerimizde aynı tesiri uyandırmaz. Bize evrensel bir kamusal vicdandan bahsedenler ya bir ideali dile getiriyorlar ya da bile isteye yalan söylüyorlar. Halbuki vicdan empati ile ilgili bir duygusal durumdur ve bunun evrenselliğinden söz edemeyiz. Kendimizi başkasının yerine koyabildiğimiz anda vicdanımız işlemeye başlar. Daha doğrusu kendimiz yerine koyabildiklerimiz için vicdanımız çalışır: onların acısını, ölümünü ve onlara yapılan haksızlığı bilincimize yaklaştırırız. Özdeşlik kurabildiklerimiz için empati kurabiliriz ancak. Vicdan sosyo-politik kimlikle, kendimizi ne ile ve nasıl tanımladığımızla ilgilidir. Dolayısıyla aslında hep en yakınımızda olan, en fazla hikâyeyi paylaştıklarımız, hayatı en fazla tecrübe ettiklerimiz, gerçek ya da kurgusal en fazla ortak kadere sahip olduğumuzu düşündüklerimize empati duyarız. Şairin dediğinin tersine “başkalarının ölümü çek[mez] bizi” ama şairin dediği gibi “bazen başkaları ölümü çeker bizim için”. Dünyanın öbür ucundaki felaketlere gösterdiğimiz duygusal tepki ile madden ya da manen yanı başımızdaki felaketlere gösterdiğimiz duygusal tepkiler aynı değildir.
Vicdan politiktir, anladık. Peki politika nedir? En eski düşünce geleneklerinden birisidir politika üzerine akıl yürütmek. Politikanın birçok tanımı yapılmıştır, yapılmaktadır. Ama bu yazının amacına en uygun tanım -belki biraz Schmittci olduğunu itiraf etmemiz gerekecek- politikanın belli bir mekânda iktidar mücadelesi vermek olduğudur. Dolayısıyla politika kaçınılmaz olarak bir iktidar iddiasını ve bu iddia doğrultusunda harekete geçmiş en az iki tarafı gerekli kılar. Vicdan politiktir dediğimizde vicdan iktidar mücadelesinden bağımsız değildir demek istiyoruz. Vicdanla politikayı birbiriyle daha da iç içe geçiren vaka, hatta insanlık tarihinin en önemli vakası ise Müslümanların uluslararası bir aktör olarak dünya tarihi sahnesine çıkmasından itibaren tüm yer küreyi tek bir ülke/mekân olarak tasarımlayan iki politik gücün rekabet etmeye başlamış olmasıdır. Yani belli bir mekânda iktidar mücadelesi olarak tanımladığımız politikanın ilgi alanı hem Roma hem de Müslümanlar açısından tüm yer küre haline gelmiştir. Bu tarihten itibaren iki politika, yer küre çapında iktidar iddiası ve mücadelesi içinde bulundu. İki cihanşümul olma iddiasında bulunan politikadan bahsediyoruz. Bunu “vicdan evrenseldir” söyleminin bir safsatadan ibaret olduğunu açıklığa kavuşturmak için söylüyorum. Peki olan şey nedir? İki medeniyet hareketinin, iki yer küre çapında iktidar iddiasında bulunan ve mücadele eden politik hareketin kendisini evrenselleştirme çabasıdır. Bilfiil evrensellik düşüncesi yanlış, bilkuvve evrensel hakikat iddiasını yer küre çapına taşıma iddia ve çabasında olunduğu tespiti doğru ve samimidir. Yani Hegel’in “her dünya tarihi yerel tarihtir” önermesine benzer şekilde her evrensellik iddiası aslında kendi yerelliğini ve tikelliğini evrenselleştirme niyeti anlamına gelmektedir. Tekrar edelim; vicdan politiktir (I), dünya tarihi iki evrensellik iddiasındaki medeniyetin politikasından (iktidar mücadelesinden) oluşmaktadır (II), bu mücadelede vicdan da politik olandan bağımsız değildir (I+II).
Bu zemin Gazze özelinde vicdanın politikleşmesi konusunu işlemeyi mümkün kılıyor. 16. yüzyıldan itibaren Batı medeniyetinin İslam medeniyeti karşısında yükselişe geçmeye başladığını, 19. ve 20. yüzyıllar arası İslam dünyasının büyük bir bölümünü kolonize ettiğini düşündüğümüzde evrensellik iddiasını gerçekleştirme iktidar mücadelesinde Batı’nın galebe çaldığını söylemeye gerek yok. Batı’nın evrenselleştirme hareketinin fiziken ulaşmadığı alanlarda bile değer ihracı süreciyle yayılmasını sürdürdüğünü söylemeye de gerek yok. Bugünün dünyasını değer ve müesseseleriyle Batı medeniyeti kurdu ve uluslararası sistem, uluslararası hukuk, evrensel insan hakları denen ne varsa Batı’nın yayılmasının bir sonucu oldu. Batı medeniyetinin yayılması sömürgecilik tecrübesiyle, sömürgecilik tecrübesi ise bilimsel ırk düşüncesi ile neden-sonuç ilişkisi içinde gerçekleşti. Bilimsel ırk düşüncesi sömürenin sömürge faaliyetini meşrulaştırdı. Irk düşüncesi, Batı’nın kendisi ile diğerleri arasında ileri-geri, medeni-barbar, siyah-beyaz stereotipler varsayması anlamında onun evrenselleştirme faaliyetinin bilimsel, dolayısıyla haklı gerekçesini oluşturdu. Dolayısıyla modern Batı medeniyetinin tikelliğini evrenselleştirme iktidar mücadelesinde galebe çalmasının arkasında ötekini bir bütün ve tek tip olarak (ve bilimsel olarak) geri, barbar, siyah, vahşi şeklinde istisna içermeyen stereotipleştirmedeki başarısı vardır. Buna göre barbar sadece barbardır, çocuk barbar yoktur. Siyah sadece siyahtır, çocuk siyah yoktur. Siyah vardır, sadece siyah, medenileştirilmesi, değilse kontrol edilmesi gereken. İşte ırk düşüncesi bugün de Gazzeli çocuklar üzerinde en ağır haliyle varlığını sürdürüyor. Gazze’de bir yıl içinde on yedi bin civarında çocuğun katledilmiş olmasından daha korkunç olanı bunun canlı seyrediliyor olmasına rağmen yok sayılması, görmezden gelinmesi, kesif bir suskunluk halinin içselleştirilmiş olmasıdır. Tekrar etmek gerekirse bu kesif suskunluk halinin arka planında Batı’nın kendisini evrenselleştirme faaliyetinin bir parçasını teşkil eden İslam’ı ırklaştırma başarısı vardır. Öyle ki Batı medeniyeti Müslüman/Arap/Filistinli/Gazzeli kimliğini ırklaştırmak suretiyle tüm istisnai kimlikleri bulanıklaştırmıştır. Kadın Filistinli yoktur, yaşlı-zayıf Filistinli yoktur ve elbette çocuk Filistinli de yoktur. Sadece güvenlikleştirme stratejisiyle terörist söylemine hapsedilmiş bir kimlik vardır. Politikanın alanından, yani yer küre çapında yürütülen iktidar mücadelesi alanından kadınlar, yaşlı-zayıflar ve çocukların istisna edilmediği bir sömürge döneminden kalma ırklaştırma anlayışının Müslümanlar üzerinden yürütüldüğünü görüyoruz. Özellikle Soğuk Savaşın sona ermesinden itibaren Müslümanlar yeniden ve neredeyse tek bir kimlikle ırklaştırıldı ve güvenlikleştirildi: Terörist. Müslümanların her türden sömürge, bağımlılık ve tahakküm karşıtlığı ve buna karşı direnişi terör kavramına hapsedilerek uluslararası toplum denen yaygın anlayışın temel kanaati haline getirildi. Tekrar etmek gerekirse Batı medeniyetinin evrenselleştirme iktidar mücadelesinde istisna kılma niyeti ve kabiliyeti olmadı, dolayısıyla Batı medeniyeti için Gazze’de vicdanın harekete geçmesi gereken bir çocuk kimliği de bulunmadı.
Peki Müslümanlar evrenselleştirme iktidar mücadelesinde bulunan bir diğer medeniyet mensupları olarak bu mücadelede istisna kılma kabiliyeti gösterebilmişler midir? Ya da Müslümanlar yer küre çapındaki politik iktidar mücadelesinde çocuk kimliğini nasıl istisna kılma becerisi göstermişlerdir? Vicdan politiktir (I) ve Müslümanların da vicdanı evvel emirde Müslüman sosyo-politik kimliğinden bağımsız bir vicdan değildir. Ama yine de Müslümanlar politik alana istisna getirme ferasetine sahip olmuşlar mıdır, nasıl olmuşlardır? Bu konuda Resul-i Ekrem’in bir Hadis-i Şerifi önümüze ışık tutabilir (O’nun hangi sözü önümüze ışık tutmuyor ki!). Resul-i Ekrem’in bir hadisine göre “her çocuk Müslüman doğar.” Her çocuğun Müslüman doğması demek, istisna kılmak demektir, yani çocuk kimliğinin kategorik olarak politik alanın dışına çıkarılması demektir. Bu Hadis-i Şerifle çocuk kimliği Müslüman-politik vicdanının kapsama alanına dahil edilmiştir. Yani çocuklar bir bütün olarak potansiyel ümmet (ümmet-i davet) şeklinde Ümmet-i Muhammed’in bir parçası, Müslüman politik vicdanının bir parçası kılınmıştır. Her çocuk Resulullah’ın koruması altına alınarak dokunulmaz kılınmıştır. Yirmi birinci asrın ilk çeyreği biterken Batı medeniyetinin kurduğu dünya düzeninin gerçek anlamda bir düzen kurma ve sürdürme kabiliyetini yitirdiğinin en belirgin şekilde görüldüğü uluslararası kaotik şartlar, her zamankinden daha fazla Müslüman bir uluslararası düzen fikrine ihtiyaç hissedildiğine işaret ediyor.