Nuh UçganTârihUluslararası İlişkiler
Trend

Yaşatmayan Karşılıksız Aşklar Efsanesi: Avrupa, Türkiye ve İslam

Yaşatmayan Karşılıksız Aşklar Efsanesi: Avrupa, Türkiye ve İslam

Bir varmış bir yokmuş… Bir antik Yunan efsanesine göre kibriyle, genç ve güzel kızlara yüz vermemesiyle nam yapmış Narkissos isimli bir avcı, günlerden bir gün ormanda avlanırken bir peri kızı olan Ekho’nun dikkatini çekmiş ve ilk görüşte kendisine âşık etmiş. Öyle ki Narkissos’un aklı baştan alan karşı konulmaz bir güzelliği varmış. Ormanda Narkissos’u takip etmekten kendisini alıkoyamayan Ekho, onu tam kolları arasına alacakken aşağılanarak reddedilmiş. Bir taraftan amansız bir aşka düşmenin, diğer taraftan reddedilmiş bir peri kızı olarak aşağılanmanın acısıyla Ekho, kendisini mağaraya kapatmış, karşılıksız aşkının acısından eriyip taşa dönüşmüş. Ekho’dan kalan sade bir ses, bir yankıymış. Kendisi de daha önce Narkissos tarafından aşağılanmış olan bir başka peri kızı, Ekho’nun bu trajedisine kayıtsız kalmamış ve “dilerim o da sevsin ve …sevdiğine kavuşamasın…” diye haykırmış. Peri kızının bu haykırışından mıdır, yoksa Ekho’nun acısından kaynaklı sesinin bir türlü kesilmeyen yankısından mıdır bilinmez ama Narkissos umulan cezayla kimsenin beklemediği bir şekilde karşılaşmış. Narkissos bir gün su içmek için eğildiğinde nehirde yansıyan suretini fark etmiş ve gördüğü güzellik karşısında tutulmuş, dona kalmış, büyülenmiş… Narkissos’un cezası kendisine âşık olmakmış. Narkissos tıpkı Ekho gibi gördüğü sureti kucaklamak istese de mümkün olmamış. O da tıpkı Ekho gibi kurumuş, erimiş ve yok olup gitmiş. Efsaneye göre Narkissos ölüler ülkesinde hala suda kendisini seyretmeye devam ediyormuş, ama dedik ya ölüler ülkesinde…

Efsaneye bak, varlıklardan bir kısmı bir kısmına âşık oluyor, aşkları onları yok ediyor. Sonra varlıklardan biri ceza olarak kendisine âşık ediliyor, o da bu cezanın bir sonucu olarak yok oluyor. Yaşatmayan, yok eden aşkların efsanesinden bahsediyoruz. Peki Türkiye’nin iki yüzyıllık modernleşme tarihinde Avrupa, devlet ve millet öznelerinin durumunu bu efsaneden yola çıkarak yaşatmayan aşklar efsanesi olarak resmedebilir miyiz? Narkissos’un hikayesi, Türkiye’de devlet ve ona ilişik entelijansiyanın son iki asırlık Avrupalılaşma ile İslam arasında uyum çabası; son bir asırlık batıya ve laikliğe radikal entegrasyon tarafından belirlenmiş modernleşme hikayesinde ortaya çıkan devlet-millet ilişkisinin tarihiyle örtüşüyor mu? Kolayca evet diyemiyoruz. Türkiye’de son iki asırdır devlet, Narkissos’un sudaki yansımasına olan narsist kendine aşkından hiçbir eser taşımıyor. Türkiye’de son bir asırdır devlet, bırakın kendisini âşık olunacak kadar güzel bulmayı aynalara küsmüş durumdadır. Son bir asırdır Türkiye’de devletin bir kendilik bilincinden bahsetmemiz bile mümkün değildir.

O halde bu durumda suda yansıyan suretine âşık olan Narkissos’un Avrupa olduğunu ve Türkiye’de devletin de ona gönlünü kaptıran Ekho olduğunu mu söylememiz gerekiyor? Eğer Avrupa’nın Narkissos’un ölümcül narsizm cezasına çarptırıldığını düşüneceksek günün sonunda bu hastalığın onu yok edeceğini de varsayıp Türkler olarak endişeye lüzum görmemeliyiz. Ama durum tam olarak böyle de değil, biraz daha karmaşık. Karmaşıklık birinci olarak Avrupa’nın kendisine âşık olan peri kızlarına karşı tek bir davranış tarzına sahip olmamasından kaynaklanıyor. Efsaneden anladığınıza göre Narkissos’u mânen hayatta tutan şey, Ekho ve diğer tüm peri kızlarının ona olan hayranlığı ve ölümcül narsizm hastalığına yakalanmasına neden olan ise hiç birisine iltifat etmeyen kibridir. Narkissos sonunda bu narsist cüreti nedeniyle kendisine âşık olma cezasına çarptırılıp yok oluyor. Avrupa’nın, daha doğrusu Avrupa sömürgeciliğinin de narsist bir bencillikle yerküre hakimiyetini tesis ettiğini söyleyebiliyorsak da kendisine âşık olan peri kızlarıyla ilişkilerinde tarihsel olarak birbirinden ayırt edilebilecek iki farklı Avrupalı davranış tarzının ortaya çıktığının da altını çizmeliyiz. Narkissos’un davranış biçimine en yakını İngiliz tarzı sömürgecilik olmuştur. Onun karşısına ise Fransız sömürgecilik yöntemini yerleştirebiliriz. İngiliz sömürgeciliğinin iktisadî denetime odaklanan daha dolaylı bir karaktere sahip olması, bunun yanında Fransız sömürgeciliğinin aydınlanmacı bir despotizme dayanması kafamızı karıştırmamalı, İngiliz narsizminin Fransız narsizminden daha ağır olduğu gerçekliğini gözümüzden kaçırmamalıdır. İngiliz sömürgeciliğinin dolaylı denetime dayanmasının, dolayısıyla siyasi ve sosyo-kültürel Batılılaştırma konusunda ısrarcı olmamasının nedeni sömürgelerinin, yani kendisine âşık ettiği peri kızlarının eğitim ya da kültürel endoktrinasyon yoluyla da olsa hiçbir şekilde kendisine benzeyemeyeceği, medenileşemeyeceği kabulüne dayanmıştır. İngilizler sanayileşme hızı sayesinde ortaya koyduğu ilerleme ve dünya hakimiyetiyle kendisine hayran bıraktığı peri kızlarından pazar, hammadde ve ucuz emek şeklinde yararlanmayı faydalı bulsa da onların medenileşebileceği fikrinden uzak olduklarından, dolaylı denetimle yetinmişlerdir. Dolayısıyla peri kızlarının kendisine olan aşklarından mânen beslenen Narkissos’un narsist kibri gibi âşıklarına hiçbir şekilde yüz vermemiştir.

Fransızlar ise sömürgeci denetimin ancak sömürge karşıtı yerel direniş kimliklerinin asimile edilerek sağlanabileceği fikrini benimsemişlerdir. Bunun için Fransız sömürgeciliği daha doğrudan, dolayısıyla baskı, sindirme, asimilasyon ve sosyo-kültürel endokrinasyon araçlarına daha fazla başvurmuş, eğitim gibi çeşitli yollarla pazar, hammadde ve ucuz emeğinden faydalanmayı tasarladığı ülke toplumlarını Fransızlar gibi güzelleşebileceklerine, medenileşebileceklerine inandırma yolunu benimsemiştir. Fransızlar gerekirse bonapartist aydınlanmacı despotizmle, yani “hayırsever sömürgeci” bir misyonla sömürgelerini kendisine benzemeye ikna etmek yoluyla, başka bir ifade ile yerel direniş kimliklerini imha etmek yöntemiyle sıkı denetime dayalı bir ilişki biçimi geliştirmiştir.

Öyle veya böyle, tarihsel olarak her iki örnekte de Avrupa’nın kendisine olan narsist aşkının kendisini tüketen bir cezayla sonuçlanmadığını, Batının kibrinin onu eritip yok etmediğini gözlemlediğimizde efsaneyle bir benzemezlik ortaya çıkıyor. Ne II. Dünya savaşı sonrası de-kolonizasyon süreci ne bağlantısızlar hareketi ne de cılız sosyalist dayanışmalar, “dilerim o da sevsin ve …sevdiğine kavuşamasın…” şeklinde haykıran peri kızlarının nidasının güç ve kararlılığında olmadı.

Sonunda Batı gemisinin batış hikayesinin; ilerleme fikrinin ahlakî cüreti, tüketime ve büyümeye dayalı ekonomi-politiğinin tabiatı da tüketmesi, kitlesel imhayı mümkün kılan askeri-teknik devriminin ve söz konusu tabiatın tüketilmesi ile kitlesel imhanın önüne geçecek yegâne unsur olan etik dayanağın sınır tanımaz sekülerleşme tarafından ilga edilmesiyle mümkün olacağı, bu süreçle Batının sonunun Narkissos’un sonuna benzeyeceği düşünülebilir. Ama bu durum da efsaneyle benzemezlik arz ediyor. Zira efsanede Narkissos’un kendisine olan aşkı nihâyet kendisini yok etmekle sınırlı kalıyor, halbuki Batının narsizminin “ben yanacaksam herkes yanacak” seviyesine ulaşmış olduğunu değerlendirmek mümkündür.

Demek ki Narkissos’un kibrinin kendisini yok etme cezasıyla karşılaştığı durumla benzerlik kurabilmek için Ekho’nun ve peri kızlarının durumuna daha yakından bakmak gerekiyor. Türkiye’de son iki asırdır devletin ve ona ilişik entelijansiyanın durumu yukarda da ifade edildiği gibi Narkissos’a benzemiyorsa ve devlet son bir asırdır aynalara küsecek kadar kendilik bilincini yitirmişse, o halde onun durumunu gönlünü Narkissos’a kaptırmış olan Ekho’nun talihsizliğine mi benzetmeliyiz? Bu biraz üzerinde düşünmeyi hak ediyor işte. Ekho’nun Narkissos’a olan aşkı ve aşkına karşılık bulamaması, kendisini tüketen bir kötü sonla bitiyor. Türkiye’de devleti tüketen ve günün sonunda yok etme riskiyle karşılaşmasına neden olacak şey Narkissos gibi kendi güzelliğine olan narsist aşkı değil, Avrupa’ya olan karşılıksız aşkı gibi duruyor.

Biz Türkler son on asırlık tarihimizde iki büyük aşka düştük. Bu aşklardan biri hasbî, diğeri hesabîydi. Bunlardan birincisi bin yıllık bir aşk, ikincisi ise iki yüz yıllık bir inhitat hikayesidir. Bu aşklardan birincisi Türkiye’yle İslam’ın tarih kuran destansı hikayesidir. Bu aşklardan ikincisi Türklerin aklını ve kalbini Avrupa’ya kaptırdığı bir akültürasyon ve asimilasyon trajedisidir. Bu aşklardan birincisi milletleşmeye, ikincisi ise yabancılaşma ve self-kolonizasyona neden olmuştur. Türkiye’nin son iki yüz yıllık mütereddit, son bir asırlık radikal modernleşme tarihi, devletin ve ona ilişik entelijansiyanın Ekho’nun Narkissos’u fark ettiğinde düştüğü duruma benziyor. Türkiye’nin modernleşme tarihi, bir türlü kendisine yüz vermeyen Avrupa’ya kendisini arz ettiği bir siyasal travma halini almıştır. Türkiye’de devlet ve entelijansiya, aşkına karşılık alabilmek için kendisinin de Avrupa’ya benzediğini kanıtlamak için elinden ne geldiyse yaptı. Türkiye’de erkekler de Avrupalı erkekler gibi medeni giyinebilirlerdi, Türkiye’de kadınlar da Avrupalı kadınlar gibi mahremiyetin “gerici” doğasından sıyrılabilirlerdi, Türkiye’de kadın-erkek ilişkileri de tıpkı Avrupa’daki kadın-erkek ilişkileri gibi kamusal alanda tango yapabilecek “hoşgörü” seviyesine çıkabilirdi, Türkler de Avrupalılar gibi kadeh tokuşturabilirlerdi, Türkler de çok sesli batı müziğinden zevk alabilirlerdi, Türkler Avrupa tarihinin bir parçası, Türkçe de Hint-Avrupa dil ailesinin bir üyesiydi. Bu siyasal ve toplumsal travmatik durumu en iyi leke (stigma) ya da siyah deri-beyaz maske benzetmeleriyle açıklayan Erving Goffman ve Franz Fanon gibi psikoloji ve sosyoloji disiplininden gelen uzmanların açıklayabilmesi tesadüf değildir.

Türkiye’de son bir asırdır devlet ve entelijansiya, Müslümanlara nasıl muamele ettiyse, kendisi de Avrupa’dan öyle muamele gördü. Nasıl ki Avrupa’nın kendisine olan narsist aşkı, Türk devletinin ona olan aşkını karşılıksız bırakmışsa; Türkiye’de devletin bir taraftan gönlünü Avrupa’ya kaptırırken diğer taraftan Türk milletine ve onun varoluşunu mümkün kılan İslam’a olan kayıtsızlığı onu Narkissos’tan daha feci bir hastalığa duçar kılmıştır. Türkiye’de devlet, gönlünü kaptırdığı ve fakat aşkına karşılık bulamadığı Avrupa’ya karşı aşağılık kompleksine yakalanırken, Avrupa’nın aşkına karşılık vermemesinin nedeni olarak gördüğü Türk milletine ve İslam’a karşı bir üstünlük kompleksine yakalanmıştır. Ama yine de Türkiye’de devletin Ekho’nun durumuna düşmesini engelleyen şey, başı her derde girdiğinde İslam’ı dayanak kılması olmuştur. Türkiye’de devletin Avrupa’ya olan karşılıksız kara sevdası, onu ne zaman eriyip tükenmekle yüz yüze getirse devlet, Türk milleti ve İslam’a istinad ederek hayatta kalabildi. Türkiye yüzyıl önce eriyip yok olmaktan İslam’a sarılarak kurtuldu. Türkiye’de İslam’ın kendisinden vazgeçilemeyecek kadar bu ülkenin güvenlik temeli olduğu gerçeği yüzyıllık serüven içinde devlet tarafından teyid edilip durdu. Ama yine de Türk milletinin ve İslam’ın devlete müdahalesinin sınırları her hâlükârda devlet tarafından tayin edildi ve İslam onu her kriz durumunda hayatta tutsa da hastalığının kalıcı tedavisi mümkün olmadı. Türkiye’de devletin Avrupa’ya aşkı ve fakat Türk milleti ve İslam’a bir güvenlik temeli olması dışında kayıtsızlığı onun gözlerini kör etti. Türkiye’de devlet İslam’ı tek sosyo-politik bütünlük kimliği ve uluslararası dayanışma biçimi olarak kabul edemeyecek kadar gönlünü Avrupa’nın tensel ve hazsal güzelliğine kaptırdı. Türkiye’ye huzur, huşu ve inşirahı sadece İslam vaad etmesine ve Türkiye her hayat-memat acil durumuyla karşılaştığında İslam’a başvurmuş olmasına rağmen devlet, tensel hazlarının bağımlılığından kurtulamadı. Devleti bu bağımlılığından kurtarmak için Türkiye ile İslam’ın tarih kuran destansı aşkına tuzak kuran fitne ve fesat yuvalarının dağıtılması ama daha da önemlisi Avrupa’nın taşralılığının ve çirkinliğinin farkına varılmasından başka çare görünmüyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu